Psikanaliz Araştırmaları Derneği

Psikanaliz ve Cinsel Kimlik

26/10/2020 Oğuzhan Nacak

Psikanaliz ve Cinsel Kimlik

Cinsel kimlik, cinsiyet ve cinsel yönelim konuları içinde bulunduğumuz dönemin en ilgi çeken ve en güncel konularından dersem abartmış olmam sanırım. Kadın olmak, erkek olmak, LGBT-İ olmak, homoseksüel ya da heteroseksüel olmak… Bu kavramları sürekli olarak duyuyoruz. Bunların ne olduğuna dair belli fikirlerimiz olsa da tüm bu kavramları etraflıca ele alabilmek yoğun uğraş gerektiren bir çabayla mümkün hale gelebiliyor. Karşımızda koskoca bir feminizm, cinsiyet çalışmaları ve psikanaliz literatürü var. Tabii bugün burada işin psikanaliz literatürü kısmıyla ilgili konuşacağım. Tüm bu kavramlar psikanaliz açısından baktığımızda ne anlama geliyor? Hatta cinsel kimlik, cinsiyet, cinsel tercih ve cinsel yönelim dediğimiz şeyler tam olarak ne ifade ediyor? Örneğin cinsiyet derken biyolojik cinsiyetten mi bahsediyoruz? Ya da cinsel kimlik, partner seçimine göre alınan bir konum mu? Bir kişinin cinsel kimliğini belirleyen şey nedir? O kişinin beyanı mı? Tüm bunlar seçim mi yoksa kader mi? Tüm bu soruların hepsine bu konuşmanın içerisinde yanıt bulmak mümkün değil belki ama hiç olmazsa bir kısmı hakkında bir şeyler söylemek mümkün.  

Psikanalitik bakış açısıyla cinsel kimlik meselesini ele alırken olaya birçok farklı açıdan bakmak gerekli:

  1. Biyolojik cinsiyet,
  2. Cinsiyet idealleriyle olan özdeşleşmeler,
  3. Cinsel tercih (ya da diğer bir ifadeyle cinsiyet seçimi) ve
  4. Cinsel nesne seçimi (ya da cinsel yönelim).

Freud’un, Napolyon’un “Coğrafya kaderdir.” sözüne gönderme yaparak “Anatomi kaderdir.” dediğini duymuşsunuzdur. Evet, biyolojiden bahsediyorsak doğru, anatomi kaderdir ama anatomi tek başına öznenin cinsiyet konumunu ve cinsel kimliğini belirlemez. Biyolojik olarak erkek doğmuş olmanın, yani penise sahip olmanın ya da Y kromozomuna sahip olmanın tabii ki özne üzerinde bazı etkileri vardır ama bu, özneyi tek başına erkek ya da kadın yapmaya yetmez. Aynı şekilde birisinin biyolojik olarak kadın doğmuş olması onu tek başına kadın yapmaya yetmez.

Bir bebeği düşünün: Bebek ileri yaşlara kadar kendisinde bir penis olduğuna ya da vajina olduğuna dair bilgiye sahip değildir. Bir erkek çocuğu kendi kendine penisine bakarak “Benim penisim var, o zaman ben erkeğim ve erkek olan şöyle şöyle yapar” demez. Ona erkek olduğu da, erkek olan kişinin neler yapması gerektiği de Öteki tarafından söylenir. Psikanalizin en temel iddialarından birisi, dilin öznenin bedeninin üzerinde bir etkiye sahip olduğudur. Özne bir kez dille karşılaştığında artık hiçbir şey o kadar basit değildir. Kolayca dışsal görünüşe bakarak ya da kişinin kromozomlarına bakarak öznenin cinsiyetine ve cinsel kimliğine dair kesin bir yargıda bulunmak mümkün değildir.

Genevieve Morel Sexual Ambigiuites[1] metninde cinsiyet kavramının çocuklarda soru biçiminde ortaya çıkmaya başladığını söyler. Bu sorulara örnek olarak şunlar verilebilir: “Bebekler dünyaya nasıl gelir? Ben dünyaya nasıl geldim? Kızlarla erkekler arasındaki fark nedir?” Cinsiyetin ve cinsel kimliğin dille ve dolayısıyla bu dili konuşan büyük Öteki’yle ilişkisini buradan anlayabiliriz. Bu soruların sorulması da, bunlara belli cevaplar verilmesi de dil yoluyla mümkündür. Tüm bu sorular ve bu sorulara verilen cevaplar öznenin bedeninde izler bırakır ve öznenin cinsel kimliğinin oluşumunu bu izler olmadan düşünmek mümkün değildir. Ama tabii büyük Öteki’nden gelen tüm gösterenler, tüm cevaplar öznenin cinsiyete ve cinsel kimliğine dair sorduğu sorulara tam bir yanıt sağlamaz. Tabii ki büyük Öteki cinsiyete ve cinsel kimliğe dair sorulara yanıt vermeye çalışır ama büyük Öteki ne kadar çok cevap verirse çocuk o kadar az bilir. Bir çocuğa cinsiyetin ne demek olduğunu tam anlamıyla söyleyebilecek ya da ona cinsel kimliğiyle ilgili sırrı söyleyebilecek bir büyük Öteki yoktur. Büyük Öteki bunu söyleyemez çünkü cinsiyete dair cevabı o da bilmez. Çünkü büyük Öteki de eksiktir.

Peki psikanaliz, erkeklik konumunu ve kadınlık konumunu, yani cinsiyeti nasıl tanımlar? Öyle ya, erkek olmak ya da kadın olmak anatomiden bağımsızdır diyorsak, ilk yapılması gereken şey bunların ne olduğunu söylemektir. Evet, hem derin hem de tehlikeli sulara giriyoruz. Politik doğruculuğun saltanatında yaşadığımız bu çağda, kadın ya da erkek oluşa dair bir şeyler söylemek riskli bir hareket. Ama psikanaliz sadece kendi zamanının ruhunu yansıtan ve bu ruha uyan bir disiplin olsaydı hiç ortaya çıkmazdı. Freud’un özellikle çocuk cinselliğiyle ilgili keşiflerinden sonra çağdaşlarından aldığı eleştirileri hatırlayın. Psikanalizle ilgili şu meseleyi hep akılda tutmak gerekir: Psikanaliz öznenin ne olması gerektiğiyle değil ne olduğuyla ilgilenir. Şunu anlatmak istiyorum: Kadın nedir ya da erkek nedir sorusuna psikanalizin cevabı klinik pratiğin içerisinden gelir. Psikanaliz “kadın şöyle şöyle olmalıdır” ya da “erkek dediğin böyle olmalıdır” tarzı politik ya da toplumsal/kültürel ideallere göre konum almaz. Psikanalizin etiği her zaman hakikatin yanında durmayı gerektirir. Psikanalizin cinsiyete ve diğer tüm öznel meselelere dair çıkarımları, belirli bir ideolojiye değil öznelerin bilinçdışına dayanır. Bir psikanalist seans odasının dışında şu ya da bu ideolojik konumu benimsemekte özgürdür ama tüm bunları kendi analitik pratiğinin dışında tutmak kaydıyla.

Analitik praksisin cinsiyet konusunda verebileceği bazı cevapların olduğunu söyleyebilirim. Öncelikle Freud’dan bir alıntıyla başlamak istiyorum. Freud, 1925 yılında yazdığı Cinsiyetler Arasındaki Anatomik Farkın Bazı Ruhsal Sonuçları[2] metninde şöyle diyor: “Saf maskülenlik ve feminenlik, içeriği belirsiz teorik inşalardan ibarettir.” (Bu metnin Türkçesi Payel’in “Cinsellik Üzerine” adlı kitabında var). Freud’un bu metninin başlığı, onun cinsiyet teorisinin özetidir dersem abartmış olmayız. Freud’a göre cinsiyetler arasındaki anatomik farklılıkların bazı ruhsal sonuçları vardır. Onun için erkeği erkek yapan şey, penise ya da diğer bir ifadeyle fallusa sahip olmak, bu yüzden kastrasyon tehdidiyle karşılaşmak ve Oidipal bir çözümle babayla özdeşleşerek bu cinsiyet meselesini nihayete erdirmektir. Lacan Oidipus kompleksinin Freud’un rüyası olduğunu söyler ve erkeklerle ilgili bu Oidipal açıklamaya katılır ve hatta erkeğin Oidipus’tan cebinde diplomasıyla çıktığını söyler. Erkek, kastrasyonla karşılaştığında burada olan biteni hikâyeleştirmeye çalışır. Aynı şeyi sabah çocuklarla ilgili söylemiştim. İşte erkek çocuğu bu karmaşaya bir yanıt arar ve imdadına Oidipus miti yetişir. Oidipus bu açıdan bir söylemdir ve erkeğe kimliğini verir. Oidipus miti ona bu konuda ciddi bir destek sağlar. Bu Oidipal çözüm erkeğe bir kimlik sağlar ama Freud kadın cinsiyeti meselesine geldiğinde bu formül tıkanır. Freud için “Kadın nedir?” ve “Bir kadın ne ister?” soruları hiçbir zaman cevaplanamamıştır.

“Saf maskülenlik ve feminenlik, içeriği belirsiz teorik inşalardan ibarettir.” Bu alıntıya geri dönelim. Bu sözü merkeze alarak şunu söyleyebiliriz: Kadın olmak ya da erkek olmak, feminen ya da maskülen tarafta yer almak doğal ya da verili bir şey değildir. (Tabii zaman zaman Freud’da bu ifadesiyle çelişen şeyler okuyabilirsiniz. Aynı Freud anatominin kader olduğunu da söylemişti). Freud’un söylediği bu sözü Alenka Zupancic’in Neden Psikanaliz[3] metnindeki müthiş cinsellik tanımıyla birlikte düşünmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Zupancic şöyle diyor: “…(insani) cinsellik, var olmayan bir normdan, paradoks dolu bir sapmadır.”

O zaman cinsiyet konumlarından, hatta cinselliğin kendisinden bahsederken var olmayan bir tözden, var olmayan bir normdan bahsediyoruz. Bu nokta çok önemli çünkü Lacan tam da bu imkânsızlıkları, bu eksiklikleri öğretisinin merkezine koyar. Lacan’da uygun bir şekilde sonlanan psikoseksüel gelişim aşamaları yoktur, cinsiyetin ideallerine uygun normal özdeşleşmeler yoktur. Zaten kendi cinsiyetiyle uygun ve normal bir şekilde özdeşleşmiş bir kişi nasıl tahayyül edilebilir ki? Mesela bir erkeği düşünün: Steve Jobs’la mı, Zizek’le mi yoksa Goerge Clooney’le mi özdeşleşecek? Örneğin bir kadın, Adriana Lima gibi mi olmalı, ya da Angela Merkel gibi mi veya Emma Watson gibi mi? Öznenin kendi cinsiyetiyle ilişkilenmesinde biyolojinin bir rolü vardır, doğru. İmgesel ve simgesel özdeşleşmelerin, kendi cinsiyetine dair ideallerle özdeşlemenin belli rolleri vardır, bu da doğru fakat cinsiyet meselesinin tamamını bu iki araçla ele almak mümkün değildir.

Bir de cinsiyetin [Lacancı anlamdaki] Gerçek’le ilgili bir boyutu var. Çünkü psikanalize göre insanda cinsel içgüdü yoktur, yani bir bebek doğduğu andan itibaren diğer canlılar gibi öteki cinsiyetle nasıl ilişkileneceğine dair verili bir bilgiyle dünyaya gelmez. Bilinçdışında cinsiyetin göstereni yoktur. Her özne, cinsellikle ve cinsel kimliğiyle ilgili yolu kendi deneyimi içerisinde bulmak durumundadır. Bu iyi ki de böyle çünkü her şey nesnel olarak belirlenmiş olsaydı, biyolojik olarak erkek doğmuş insanların cinsiyet konumu olarak erkekliği benimsemiş olmaları garanti olsaydı ve aynı zamanda cinsel nesne olarak kadınlara ilgi duymaları garanti olmuş olsaydı öznelliğin kurulması mümkün olmazdı. Hiçbir eksiğin olmadığı, her şeyin nesnel olarak belirlenmiş olduğu ve herkesin ne yapacağını içgüdüsel olarak bildiği bir dünya, her ne kadar bu garantisizlik bazen yoğun miktarda kaygı yaratsa da, çok daha sıkıcı olurdu sanırım. Bu bilinmezliklerin ve garantisizliklerin sonucu olarak ortaya çıkan kaygı için de öznelliğin diyeti diyebiliriz. Cinsiyetin Gerçek’le ilgili boyutu dediğimizde, bahsettiğim bu imkânsızlıkların ve var olmayan normların alanına giriyoruz demektir. Her bir özne, karşılaştığı bu imkânsızlık karşısında bir konum alır ve bu konum öznenin jouissance’la ilişkili olarak aldığı konumdur.

Lacan kadın ve erkek denen şeylerin sadece birer gösteren olduğunu söyler. Cinsiyetin sabit ve doğal bir tanımı olmadığı için, cinsiyet konumlarını onların farkları üzerinden tanımlar. Neye ilişkin farkları üzerinden tanımlar: Fallusla ilgili konumlarının farklılıkları üzerinden. Tam da bu noktada Lacan’ın o ünlü formülasyonunu anmakta fayda var: “Il n’y pas de rapport sexuel” (Cinsel ilişki yoktur). Buradaki cinsel ilişki tabii ki gerçekliğin içerisindeki cinsel ilişki değil. Yani gündelik anlamda, iki ya da daha fazla kişinin cinsel ilişkiye girmesinden bahsedilmiyor. Bu alıntıda geçen “rapport” kelimesi oran/bağıntı anlamına geliyor ve Lacan “Cinsel ilişki yoktur.” derken cinsiyetler arasında bir eşitliğin ya da birbirini tamamlama durumunun söz konusu olmadığını kastediyor. (Lacan’ın bu sözü tüm öğretisini kat edecek derinlikte bir söz ama biz burada sadece cinsiyet meselesi kısmıyla ilgileneceğiz). Lacan’a göre kadın ve erkek birbirini tamamlamaz, birbirlerinin eksiklerini giderip 1+1=1 haline gelmez; cinsiyetler arasındaki karşılaşmalarda bir şeyler ya hep eksiktir ya hep fazladır. Aristophanes’in Şölen’de[4] anlattığı hikâyeye göre insanlar en başta çift cinsiyetli bir bütündür. Yuvarlak top şeklindeki bu canlılar mutlu mutlu ortalarda yuvarlanırken çok gürültü çıkarırlar ve tanrıları kızdırırlar. Zeus öfkelenir ve onları kadın ve erkek olarak ikiye ayırır ve bu andan itibaren her cinsiyetli varlık kayıp öteki yarısını bulmaya çabalar. Lacan bu hikâyeyi kabul etmez. İnsan varlığının kaybolan bir yarısı olduğunu ve insanın hep onun arayışında olduğu şeklindeki mitin doğru olmadığını söyler. Lacan’a göre böyle bir şey mümkün değildir; cinsel ilişki yoktur; 1+1, 1 etmez. Elbette Lacan’a göre insanda bir kayıp söz konusudur ama bu kayıp onun varlığıyla ilgili bir kayıptır.

Zizek cinsel ilişkinin yokluğunu bir reklam üzerinden anlatır.[5] Bu reklam bir bira reklamıdır ve reklamda kırlarda tek başına gezen genç bir kadın görürüz. Bu kadın mutlu görünür ama sanki bir eksiği vardır ve tam o anda bir su birikintisinin kenarında bir kurbağa görür. Kurbağayı eline alır, onu öper ve kurbağa aniden yakışıklı ve seksi bir erkeğe dönüşür. Genç kadının mutlu olması için önündeki tek engel de ortadan kalkmıştır. Ve sonrasında gözlerini kapar ve bu erkeğe dudağını uzatır. O anda erkeğin gözlerini devirip bir şey düşündüğünü görürüz. Sonrasında erkek kadını öper ve kadın aniden biraya dönüşür. İşte size cinsel ilişki yoktur formülüne bir örnek. Kadının ve erkeğin fantazmları birbirine tam olarak denk düşmez, birisinin fantazmı gerçekleştiği anda diğerinin fantazmı sekteye uğrar. Bu örnekte kadının fantazmı, yakışıklı ve fallik bir erkeğe dönüşecek bir kurbağa hakkındadır. Bu kurbağa tam da kadının istediği şeye dönüştüğünde, yani yakışıklı ve fallik bir erkeğe dönüştüğünde işler karmaşıklaşmaya başlar. Artık kurbağa da bir özne olarak sahneye çıkmıştır ve onun da fantazmı devreye girer. O da biraya, yani bir nesneye dönüşebilecek genç ve güzel bir kadınla ilgili bir fantazma sahiptir. Cinsel ilişki yoktur derken kastedilen şey işte burada sözü edilen asimetridir. Aşk da tam olarak cinsel ilişkinin yokluğuna dair ortaya çıkan bir cevaptır. Lacan’ın aşk hakkında söylediği o ünlü sözü duymuşsunuzdur: Aşk sizde olmayan bir şeyi onu istemeyen birisine vermektir. Aşk, bu imkânsızlığın, bu yapısal eksiğin üzerini örter. Aşk belli türde bir yanılgıyı içerir ve iyi ki de içerir. Tüm bu imkânsızlığın önüne çekilmiş bir perde olmasaydı, bu imkânsızlıkla sürekli karşılaşsaydık çok zor olurdu.

Şimdi cinsiyet meselesine geri dönelim:

Gerçek boyutundan bahsetmeye başladığımıza göre Lacan’ın cinsiyet meselesine yaptığı en önemli katkılardan birinden bahsetmemiz gerekiyor: Cinsel tercih (ya da cinsiyet seçimi) meselesi. Cinsel tercih derken neyi kastettiğimi biraz açayım: Bir öznenin cinsiyet konumunun anatomiyle ve toplumsal süreçlerle kısmen ilgili olduğunu ama meselenin tamamını sadece bu iki araçla açıklamanın mümkün olmadığını söylemiştim. Özne kadın olmak ya da erkek olmaya dair garantisizlikle karşılaştığında, bu eksiği örtecek ve jouissance’ını düzenleyecek bir fantazma ihtiyaç duyar. Lacan’a göre kadınlık ve erkeklik konumları, öznenin jouissance alma yoluyla ilgilidir. Lacan Encore[6] seminerinde cinsiyet konumlarını tanımlarken şöyle bir tablo çizer (bu tablonun adı cinsiyetlenme tablosudur):

Tablonun sol kısmı erkek, sağ kısmı ise kadın konumunu tanımlar. Sol kısımdan başlayalım:

Tablonun en üst kısmında iki adet formül görüyoruz. Bu formüller Freud’un Oidipus mitine ve Totem ve Tabu’da yer alan ilk baba mitine gönderme yapar. Bu formüller şu anlama gelir:

  • Tüm x’ler kastrasyona tabidir.
  • Ve, en az bir x vardır ki kastrasyona tabi değildir.

Freud’a ve Lacan’a göre erkek kümesi kastrasyonla ve tümüyle fallik işleve tabi olmayla tanımlanır. Lacan, bir erkeğin kadına erişebilmesi için kastrasyondan geçmesi gerektiğini söyler. Bir de kastrasyona tabi olmayan bir x vardır. Bu kastrasyona tabi olmayan x, Freud’un Totem ve Tabu’da anlattığı ilk babadır. Bu ilk babanın, ya da diğer bir deyişle bu büyük harfli Erkek’in tüm jouissance’a erişimi vardır. O, sürünün tüm kadınlarına sahiptir. Bu istisna konumu, bütün kadınlardan yararlanılabileceğini/zevk alınabileceğini vaat eder, tabii bu bir vaatten öteye hiçbir zaman gitmez. Bunun maddileşmiş varlığı imkânsızdır. Bu, eksiği olmayan ilk baba, erkek olmayı tanımlayan temel fantazmdır. Ayrıca ilk baba haricindeki diğer tüm erkeklerin kastrasyona tabi olması demek, en az bir kadının onlara yasak olduğu anlamına gelir. Bu da Oidipus’un anlatımıdır: En az bir kadın, yani anne ona yasaktır. Ve erkek konumunda olmak, bütünüyle fallik işleve tabi olmak demektir. Lacan’ın en yanlış anlaşılan formülasyonlarından birisi de erkek için “tam” ifadesini kullanmasıdır. Erkeğin tam olması demek onun fallusa sahip olduğu anlamına gelmez. Onun bütünüyle fallik işlevin içerisinde olduğu anlamına gelir. Erkeğin fallusla ilişkisi “fallusa sahip olmak”tır. Tekrar hatırlatalım: Fallus eksiğin gösterenedir, maddi/pozitif bir varlığı yoktur. O zaman fallusa sahip olma iddiası en baştan itibaren imkânsız bir iddiadır ama erkeğin fantazmı fallusa sahip olmaktır.

Kadın tarafına gelirsek, burada da yine tablonun üst kısmında iki adet formül görüyoruz. Bu formüller şu anlama gelir.

  • Hiçbir x yoktur ki kastrasyona tabi olmasın.

Bu, kadın tarafında kastrasyonla ilişkili bir istisnanın olmadığı anlamına gelir. Tüm kadınlar kastrasyona tabidir, istisnai bir büyük harfli Kadın yoktur. Lacan “Kadın yoktur.” derken tam olarak bu büyük harfli Kadın’ın yokluğundan bahseder. Kadın olmayı tanımlayan ilk baba benzeri bir fantazm yoktur. Diğer formül ise şu anlama gelir.

  • Her bir x’te teker teker kastrasyona girmeyen bir şey vardır.

Bu formül kadınlık konumunu tanımlayan en önemli noktadır. Her kadında kastrasyondan kaçan bir şey vardır. Kadın tamamıyla fallik işleve tabi değildir. Bu kastrasyondan kaçan parçaları sayesinde her kadın kendi içerisinde bir istisna haline gelir. Kadın dediğimiz konumu tanımlayabilecek bir evrensel kural yoktur. Lacan Kadın yoktur, kadınlar vardır der. Kadın fallusa sahip olunamayacağını bilir ve bu yüzden hem fallusla hem de Öteki’ndeki eksikle direkt olarak ilgilenir. Kadın fallus denen şeye sahip olmanın imkansız olduğunu bilir ama erkeğin hep fallusa sahip olma arayışında olduğunu da görür. Onun için kadının fallusla ilişkisi “fallus olmaktır.” Bu noktada kadın, erkekten çok daha ileridir. Kadın perdenin arkasında hiçbir şey olmadığını çok iyi bilir, o yüzden kendisini perdenin arkasındaki o gizemli şey olarak, yani fallus olarak konumlandırır. Lacan kadın için “tam-değil” der; bu da en yanlış anlaşılan ifadelerden birisidir. Kadın için tam-değil derken onun tamamıyla fallik işleve tabi olmadığını kasteder. Her kadında kastrasyona girmeyen bir parça olması demek bu anlama gelir.

Tabii bir de cinsel nesne seçimi meselesi var. Bir öznenin cinsel partner olarak kendi cinsiyetindeki ya da öteki cinsiyetteki bir partneri seçmesinden bahsediyorum. Ya da partnerini her iki cinsiyetten birden seçmesinden. Bakın Freud 1905’teki Cinsellik Üzerine Üç Deneme[7] metninde ne diyor: “Psikanalizin bakış açısından, erkeklerin salt kadınlara yönelik cinsel ilgisi de nihayetinde kimyasal bir çekime dayalı aşikâr bir olgu değil, aydınlatılması gereken bir sorundur.” Freud heteroseksüelliğin de homoseksüelliğin de bir semptom olduğunu ve aydınlatılması gereken sorunlar olduğunu öne sürer. Ona göre esas soru bir kişinin neden homoseksüel olduğu değil neden heteroseksüel olduğudur.

O zaman cinsel nesne ya da cinsel partner seçiminden bahsederken belli bir tür normallik ya da anormallikten bahsetmiyoruz demektir. İster biyolojik cinsiyeti, ister toplumsal cinsiyeti, isterse de psikanalizde tanımlandığı şekliyle cinsiyet konumlarını baz alalım, cinsel partnerin cinsiyetine dair yapılan tercih bir normalliğe ya da olgunluğa atıfta bulunmaz. Bu tablonun sağ tarafında kaydolmuş olmak partnerinizi illaki sol taraftan seçeceğiniz anlamına gelmez. Özne cinsel partnerini de cinsiyet konumunu da, bilinçdışı süreçler sonucunda seçer. Buradaki seçim tabii ki özgür iradeyle yapılan bir seçim değildir ama yine de bir seçimdir. Öznenin sorumluluğunu ve cinselliğe dair tüm imkânsızlığa öznenin verdiği yanıtı içeren bir seçimdir.

Dipnotlar

*Bu metin, 1 Temmuz 2018’de gerçekleştirilen Lacancı Yaz Semineri’nde sunulmuştur.

[1] Morel, G., Sexual Ambiguities, çev. Lindsay Watson, New York: Routledge, 2018.

[2] Freud, S., Cinsiyetler Arasındaki Anatomik Farkın Bazı Ruhsal Sonuçları bölümü, Cinsellik Üzerine içinde, çev. Emre Kapkın, İstanbul: Payel Yayınları, 2011.

[3] Zupančič, A., Neden Psikanaliz?, çev. Barış Engin Aksoy, İstanbul: Metis Yayınları, 2011.

[4] Platon, Şölen, çev. Furkan Akderin, İstanbul: Say Yayınları, 2018.

[5] https://www.theguardian.com/commentisfree/2006/dec/30/comment.media

[6] Lacan, J., On Feminine Sexuality, the Limits of Love and Knowledge (Encore), çev. Bruce Fink, New York: Norton, 1999.

[7] Freud, S. Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme, Cinsellik Üzerine içinde, çev. Emre Kapkın, İstanbul: Payel Yayınları, 2011.