Psikanaliz Araştırmaları Derneği

Çocuklarla Psikanalitik Çalışma

26/10/2020 Oğuzhan Nacak

Çocuklarla Psikanalitik Çalışma

Biliyorsunuz, konuşmamın başlığı “Çocuk Psikanalizi Üzerine.” Ama öncelikle şunu söylemek istiyorum: Çocuk psikanalizi diye bir şey yoktur, çocuklarla yapılan psikanaliz vardır. Tabii diyeceksiniz ki o zaman başlık neden “Çocuk Psikanalizi Üzerine?” Tam da bu noktaya dikkat çekmek için. Tekrar ediyorum: Çocuk psikanalizi diye hususi bir şeyden bahsedemeyiz. Peki neden? Psikanalizde, tabii ki Lacancı versiyonundan bahsediyorum, analiz konuşan-varlıklarla yapılır. Bu Lacan’ın bir kavramı ve Lacan bunu Fransızca parlêtre olarak yazar. Bu kavram iki şekilde okunabilir: parle être (konuşan-varlık) ya da par lettre (“harf tarafından, gösteren tarafından” inşa edilen) olarak. İşte bu konuşan ve dilin bir etkisi olarak ortaya çıkan özne, yaşı her ne olursa olsun, psikanalizde analizan olarak ele alınır.

Dilin bir etkisi olan özne derken şunu kastediyorum. Çocuk daha dünyaya gelmeden önce onun hakkında konuşulur. “Çocuğumuz olursa adını Ayşe koyarız.” “Benim çocuğum olursa şunu şunu ona kesinlikle yaptırmam.” tarzı cümleleri duymuşsunuzdur. Ebeveynleri, dedesi, ninesi vs. onun hakkında konuşur. İşte özne bu Öteki’lerden gelen gösterenlerin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Özne, kendisi hakkında söylenmiş ve söylenmemiş tüm sözlerin bir etkisi olarak ortaya çıkar. Bu yüzden çocuğun somut olarak konuşması gerekmez. Özne konuşmaya başlamış olsa da olmasa da dilin etki alanı içerisindedir.

Psikanalitik çalışmada çocuk, analizan olarak kabul edilir. Analist onu analiz etmez, o zaten analizandır, yani dil aracılığıyla kendi kendini analiz edendir. Analistin buradaki esas işlevi, arzusu aracılığıyla çocuğa bu analiz sürecinde eşlik etmektir. Analistin arzusu derken, psikanalizi sürdürmeye dair olan arzudan bahsediyorum; bu arzu analistin kendi kişisel, öznel arzusu değildir. Yani analist çocukla çalışırken, onun ailesinin istediği gibi olmasını ya da herhangi bir başka şeyi amaçlamaz. Örneğin hiperaktif bozukluk tanısıyla size gelen bir çocukla ilgili aile sizden onu sakinleştirmenizi ve düzeltmenizi talep edebilir. Burada incelikli bir hamle yapmak gerekir: Hem çocuğun öznelliğini koruyarak bu semptomun anlamını deşifre etmeye çalışmak hem de aileyi bu süreç içerisinde tutabilmek gerekir. Çünkü bir çocuk kendi kendine terapiye ya da analize gelmez. Bunun nasıl yapılacağına dair basit bir formül öneremem ama analitik etik –çocuk ya da yetişkin olsun- karşımıza gelen kişinin meselelerini onun öznelliği içerisinde ele almayı gerektirir. Analist bu süreçte kendi arzuları olan bir özne değil, analizanın kendi analizini sürdürmesini sağlayacak bir işlev olarak konumlanır. (Bu noktayı ilerletmek isteyenler Bruce Fink’in Lacancı Psikanalize Bir Giriş[1] kitabının ilk 5 bölümünü okuyabilir). Tabii ki analist hiçbir şey söylemez veya pasif bir konumdadır demiyorum; analist, analizi ilerletecek soruları sormakla ve aktarım içerisinde, özneye yorum yapmakla mükelleftir ama bu yorumların imgesel düzeyde kalmaması şartıyla.

Rodriguez çocuklarla yapılan psikanalitik çalışmanın ayrı bir disiplin gibi ele alınamayacağını ama bu çalışmanın kendi özel şartları olduğunu söyler: Tıpkı bir histerikle, bir paranoyakla ya da bir sapkınla çalışmanın özel şartları olduğu gibi. Örneğin psikotiklerle çalışırken hastayı serbest çağrışım yapmaya ya da rüyalarını yorumlamaya davet etmeyiz. O kişiye, ağzından çıkan sözcüklerin öte anlamları olduğuna dair imalarda bulunmayız. Bir nevrotikle çalışırken ise tam da bunları, yani ona serbest çağrışım yaptırmayı, ağzından çıkan sözcüklerin başka anlamlara da geldiğini ona göstermeyi amaçlarız. Her bir yapıyla, hatta her bir özneyle çalışmanın kendi özel şartları vardır ve bu durum çocuklar için de geçerlidir.

Tabii özel şartlar deyince akla gelen ilk konulardan birisi, çocuklarla yapılan psikanalitik çalışmada oyunun ve oyuncakların rolü. Avustralya Forumu’nun “Analysis” isimli dergisinde yer alan “The position of the analyst in psychoanalysis with children”[2] metninde L. Rodriguez, bazı klinisyenler için çocuk psikanalizinin “oyun terapisi” ile eşdeğer hale geldiğini söyler. Lacan çocuklarla yapılan psikanalitik çalışmanın bazen “ufak tefek nesneler” aracılığıyla mümkün hale geldiğini söylemiştir. Orada olanlar hatırlayacaktır, David Bernard da buradaki bir çalışma gününde oyuncakların çocuklarla olan çalışmadaki işlevinden bahsetmişti. Kendi pratiğinde oyuncak kullanmadığını, çocukların zaten etraftaki kalem, silgi gibi “ufak tefek nesneleri” konuşmalarına aracılık etsinler diye oyuncak gibi kullandığını söylemişti. Çocukları oyuncaklara boğmak yerine onların konuşmasına alan açmanın öneminden bahsetmişti. Çünkü oyuncaklar çocukta bir direnç kaynağına dönüşebilir ve çocuğu analitik çalışmadan uzaklaştırabilir. Aynı zamanda çocuk, kendisini oyun oynamanın keyfine kaptırarak yine analitik çalışmadan uzaklaşabilir. Oyun ve oyuncaklar konusunda ölçüyü tutturmak ve bu araçları gerekli olduğunda kullanmak önemlidir.

Bu ufak tefek nesnelerin önemini örnekleyecek bir çocuk hastamdan bahsedeyim: Bu çocuk 4 yaşlarında bir erkek çocuğuydu. İlk görüşmeye annesi, babası ve kardeşiyle birlikte geldi. Bekleme odasına aileyi almaya gittiğimde annesine yapışık ve biraz mutsuz bir şekilde oturuyordu. Kendisiyle tanışma faslımız pek iyi başlamadı yani. Sonrasında ailesiyle birlikte seans odasına geçtik. Annesi ve babasıyla sorun hakkında konuştuktan sonra çalışmaya çocukla baş başa devam edeceğimi söyledim ve ebeveynlerinden söylemek istedikleri başka bir şey yoksa odadan çıkmalarını rica ettim. İşin kötü yanı çocuk odada kalmak istemiyordu. Annesinin kolundan tutarak ona “gitme” diyordu. İşte tam o noktada bu çocuğu odada tutacak bir şeye ihtiyacım oldu ve ona “sana masa ve sandalye getireyim mi?” diye sordum. Bir anda gözlerini bana çevirdi ve “olur” dedi. Odadan birlikte çıktık, masayı ve sandalyeyi aldık, odada boş bir yere koyduk ve çocuk sandalyeye oturup konuşmaya başladı. O ana kadar mutsuz ve hiç konuşmayacakmış gibi görünen çocuk birden müthiş bir hikâye anlatıcıya dönüştü. Bu masa ve sandalye, çocuğun çalışmaya olan aktarımının aracısı oldu. Bir sonraki seansta odanın kapısından girer girmez masasını hazırlayıp hazırlamadığımı sordu. Bu masa sayesinde çocuk konuşabileceği bir alan bulmuş oldu.

Çocukların analizan olarak ele alınması hususuna geri dönelim. L. Rodriguez psikanaliz tarihinde çocukları analizan olarak ele alma konusunda en net adımı Melanie Klein’ın attığını söyler. Klein, çocukların ve yetişkinlerin analizinde yapısal bir fark olmadığını ve konuşmanın, ikisinde de ana enstrüman olduğunu belirtir. Aynı zamanda Klein, Anna Freud’un ve takipçilerinin gelişimsel meseleler üzerinden kendisine yaptığı eleştirileri dikkate almamıştır. İlginçtir, Freud da Psikanalize Yeni Giriş Dersleri’nde[3] çocuklarla çalışma konusunda şöyle söylemiştir: “Bir çocuk, psikolojik olarak bir yetişkinden farklı bir nesnedir. Henüz süper-egoya sahip olmadığından serbest çağrışım çok ileri gitmez, (gerçek ailesi halen orada olduğu için) aktarım farklı bir rol oynar.” Bu aslında Freud’un Hans vakasındaki konumuna ters düşen bir ifade. Ama tabii Freud’da ya da herhangi büyük bir düşünürde birbiriyle çelişen ifadeler bulmak hiç de şaşırtıcı değil. Bu kişilerin ortaya koydukları öğretilerin derinliğini ve büyüklüğünü düşündüğümüzde, çelişki ya da teorik değişimler olmaması mümkün değildir. Zaten tam tersi olsaydı tuhaf olurdu.

Lacan, Melanie Klein’ın çocuklarla yapılan psikanaliz konusunda getirdiği müthiş katkıları ilk takdir eden kişilerden birisidir. Buna rağmen onu bazı noktalarda eleştirmiştir. Bu noktalardan birisi, Klein’ın ve onun takipçilerinin, çocuklara önceden belirlenmiş bazı yorumlar ve anlamlar dayatmasıdır. Freud, Rüyaların Yorumu’nda[4] bu sabit ve önceden kurgulanmış yorumların geçersizliğini ilan etmişti. Freud’a göre bir rüyanın yorumu, rüyayı gören analizanın çağrışımları ve öznelliği içerisinde analizan tarafından yapılabilir ve analistin işi burada özneye hazır yorumlar vermek değildir. Bir rüyanın, öznenin tüm ruhsallığının ele alındığı analitik kliniğin dışında yorumlanması mümkün değildir. Rüyanın işlevi, ona getirilen çağrışımlar aracılığıyla özneyi kendi bilinçdışına doğru bir yolculuğa çıkarmasıdır ve analist bu yolda analizana eşlik eder. Freud’un en bilinen aforizmalarından birisinin “Rüyalar bilinçdışına giden kral yoludur.” olduğunu hatırlatırım. Analist, analizana bir takım hazır yorumlar vermez. Onun için size “Dün gece şöyle şöyle bir rüya gördüm, sen psikologsun, bir yorumlasana rüyamı.” diyen kişilere gönül rahatlığıyla analize gitmesini önerebilirsiniz.

O zaman klinikte karşımıza bir çocuk geldiğinde almamız gereken pozisyon analist pozisyonudur. Ona gerçeği, hakikati ya da doğruyu söyleyecek bir büyük Öteki pozisyonu değil. Zaten çocuğun etrafı sürekli olarak ne yapması gerektiğini söyleyenlerle doludur. Çocuk analitik çalışmanın içerisinde kendi bedeninde meydana gelen cinsel olaylarla, büyük Öteki olarak karşılaştığı kişilerle ve dille olan ilişkisini ele alır. Ve tüm bu karşılaşmalar kastrasyonla ilgilidir.   

Lacan’a göre çocuklarda uygun şekillerde sonlanan psikoseksüel ya da psikososyal gelişim aşamaları yoktur. David Bernard’ın “Lacan ve Ergenlik”[5] metninden uzun bir alıntı yapmak istiyorum:

“Zira Lacan, uyumlu, adapte, kontrollü bir ilişki üzerine kurulu bir cinsellik ya da özellikle cinsel jouissance fikrine dayalı bir gelişim algısını eleştirir. Hatta bu konuda Lacan açıkça alaycıdır. Bu yaklaşımda, yetişkinlerin tam olarak olgunlaşmış ve dengeli varlıklar olmaları gerekirken yaşamlarında nasıl davrandıklarını görmek bundan şüphe etmeye yeter de artar! Lacan bu kontrol üzerine kurulu gelişim fikrine karşı cinsellikle karşılaşmanın uyumlu biçimde kontrol edilebilir olmaktan çok uzak, aksine travmatik olduğu tezini geliştirecektir. Burada travma sözcüğünü şu ya da bu dramatik olayın sebep olduğu psikolojik travma anlamında almamak lâzım. Lacan burada cinsel gerçekliğin travmatikliğini, cinsel jouissance’ın Ödipal fazda olduğu gibi buluğ çağının uyanışında da özneyi hazırlıksız yakalayan, bölen, onda bir sorgulama hatta bir ıstırap ve tabii semptomlar uyandıran bir şey olduğunu ifade eder. Lacan’a göre bir fazdan ötekine geçiş, hep bu özneyi bölen (divisant) ve cinselliği sorgulatan aşamadan geçişle olur, ve harmoniden hayli uzaktır bu.”

David Bernard çocukların anlattığı hikâyelerin kastrasyonu simgeselleştirme, onu sembolize etme girişimi olduğunu söyler. Yani çocuk dışarıdan geliyormuş gibi deneyimlediği cinsel jouissance ile ve bu jouissance’a dil aracılığıyla getirilen yasaklar ile karşılaştığında, başına gelen şeyi anlamlandırmaya çalışır. Çünkü o güne kadar deneyimlemediği bu yabancı şeyi kendi libidinal ekonomisinin çevrimine dâhil edebilecek araçlara –henüz– sahip değildir, belki de hiçbir zaman sahip olamayacaktır. Küçük Hans’ı[6] biliyorsunuz: Annesi dört yaşındaki Hans’ın vücudunu pudralarken penisinin çevresini de pudralar ve Hans’ın penisini es geçer. Annesi Hans’ın penisine dokunmamaya dikkat ederken Hans “Neden parmağını oraya koymuyorsun?” diye sorar. Annesi ona “Çünkü bu ayıp” der. Hans: “O ne demek? Ayıp mı? Niye ki?” diye sorar. (Ne kadar meşru bir soru!) Annesi: “Çünkü bu doğru değil.” der ve Hans gülerek “Ama bu çok hoşuma gidiyor.” der. Artık Hans için, annesinin penisine dokunmasından aldığı bu haz bir gösterene eklemlenmiştir: Bu gösteren, bu sözcük “ayıp” sözcüğüdür. Burada hem kastrasyonun dille olan ilişkisini hem de bu yasağın çocuğa ne kadar anlamsız, bilinmez ve saçma geldiğini görebiliriz. İşte tüm bu anlamsızlıktan ve bilinmezlikten kurtulmak için Hans’ın, şimdi ayrıntısına girmeyeceğim pipisini söküp yerine yenisini takan tamirci hikâyesine ihtiyacı olacaktır.

Hans bu diyalogda, büyük Öteki olan annesinden masumca bir tatmin talep eder. Büyük Öteki’nden ise sadece bir yargı değil aynı zamanda jouissance’ına ve arzusuna dair bir yorum gelir. Hans burada bu masum tatmin talebinin uygunsuz olduğunu öğrenir. Hans bu noktada şunu anlar: Arzu edebileceğim ama talep edemeyeceğim bazı şeyler var. Yani Hans annesinin pipisine dokunmasını arzu etmeye devam edebilir ama bunu artık annesinden talep edemez. Bunun bilinçdışı sonucu ise arzunun yasak ve bastırılmış bir hale gelmesidir. İşte bölünmüş özne tam da burada ortaya çıkar. Özne artık bilinçle bilinçdışı arasında, arzu ile talep arasında bölünmüştür. Hans bu olaydan iki gün sonra ilk sansür rüyasını görür ve bu rüyadan bir gün sonra ise çişini yapmak için babasından onu evin arkasına götürmesini ister. Hans artık penisiyle ilgili yasak ve ayıp bir şeylerin olduğunu anlar ve çişini yaparken görünmek istememektedir. Ve babası Freud’a bundan sonra bu görünmeme isteğinin kalıcı hale geldiğini belirtir.

Lacan kastrayon kompleksini cinsel jouissance’ın travmatik gerçeğiyle karşılaşmak olarak tanımlar. Tabii bu ne demek? David Bernard bu konuyu şöyle anlatıyor: İğdiş edilme derken erkek çocuğunun penisini kaybetmekten korkması ya da kız çocuğunun kendinde bir organın eksikliğini hissetmesi kastedilmiyor. Böyle bir açıklama fallusu bir organa, yani penise indirgemek olurdu. Lacan fallus terimini Freud’dan ödünç alarak fallusun bir organ olmadığını söyler. Onun Antik Yunan’daki gibi simgesel bir şey olduğunu söyler. Peki neyin simgesi? Yitirilmiş ve daima eksik kalacak bir jouissance’ın simgesi (Yani Hans’ın annesinin penisine dokunduğunda alacağı hazdan feragat etmesinin bir simgesi). Lacan için fallus kimseye ait değildir; kadın için de erkek için de eksik olanı simgeler. Fallus eksiğin gösterenidir. Kastrasyon da bu travmatik jouissance yitimi deneyiminin adıdır. Çocuk kastrasyonla birlikte bir şeyleri kaybeder ve bu kaybettiği şeyleri geri almaya dair sonsuz bir arayışa girişir. Bu sonsuz arayışın adı arzudur. Arzu eksik sayesinde oluşur ve fallus hem bu eksiğin hem de arzunun gösterenidir.

Bu fallus meselesi çok önemli çünkü öğleden sonraki cinsel kimlikle ilgili oturumda da fallustan bahsedeceğim. İki şeyi akılda tutmak gerekiyor: Fallus penis demek değildir. Ve ne kadın ne de erkek fallusa sahiptir, fallus tanımı gereği olmayan bir şeyin gösterenidir. Sahip olunabileceğine dair iddialarda bulunanlar elbette vardır, ki biz bu kişilere erkek diyoruz, ama sonuç hep hüsrandır. Lacan’ın dediği gibi, sadece kendisinin kral olduğunu düşünen sıradan birisi değil, kendisinin gerçekten kral olduğunu düşünen bir kral da delidir.

Kastrasyonla ilgili başka bir örnekte beş yaşlarındaki bir erkek çocuk hastam, kendi oyuncaklarının ne kadar güçlü olduğunu ve kamyonunun ne kadar büyük olduğunu anlatarak başladığı bir seansın belirli bir noktasında şöyle demişti: “Babamın kalemi var bir de, iş yeri kalemi. Ama o babamın kalemi, onu babalar kullanır. Benim de kalemlerim var biliyor musun abi, renkli kalemlerim.” İşte size bir kastrasyon hikâyesi! Baba, çocuğuna bunlar senin, bunlar ise benim diyerek çocuğun Simgesel düzene girmesi için bir kapı aralar. Tabii bunu somut olarak söylemesini kastetmiyorum. Çocuk sadece babaya ait olan bazı şeyler olduğunu ama kendisinin de bir şeylere sahip olabileceğini anladığında kastrasyon açısından işler yolunda gidiyor demektir. Ama baba çocuğa “tüm bunlar benim” mesajını verirse ya da çocuğa “hiçbir yasak yok, benim sahip olduğum her şeye sen de sahip olabilirsin” mesajını verirse çocuğun psikotik olma şansının artacağını söyleyebiliriz. Ama tekrar söylüyorum: Gerçekliğin içerisinde baba şöyle şöyle davranmalıdır demiyorum. Lacan’a göre anlam Öteki’nin mahallinde belirlenir. Babanın, annenin ya da diğer ötekilerin yaptıklarının ya da söylediklerinin anlamı, sonuç olarak bu sözlerin muhatabı olan özne tarafından belirlenecektir. Yeterince-iyi-anne ya da yeterince-iyi-baba diye bir şey yoktur, çocuğun anne ve babasının söylemiyle nasıl ilişkilendiği önemlidir.    

O zaman çocuklarla yapılan analitik çalışmanın en temel hedeflerinden bir tanesini söyleyebiliriz: çocuğun başına gelen bu şeyleri kendi öznelliği içerisinde anlamlandırmasına eşlik etmek. Bu cümlede vurgulanması gereken iki tane çok önemli nokta olduğunu düşünüyorum: Birincisi “çocuğun kendi öznelliği,” diğeri ise “eşlik etmek.” Öznellik meselesiyle ilgili bir klinik örnek vermek istiyorum: Bu örnekteki hasta on beş yaşında bir ergen ve öznellik meselesini çok iyi anlatan bir örnek.

Bu vaka Paul Verhaeghe’nin On Being Normal and Other Disorders[7] kitabının ilk başlarında yer alıyor. On beş yaşında araba hırsızlığı yapmaktan dolayı polis tarafından yakalanmış bir erkek çocuğunu ailesi, tanı konması ve hızlı bir tedavi için psikoloğa götürüyor. Bu, çocuğun ilk vukuatı değil ve işler böyle devam ederse çocuk ceza almakla karşı karşıya gelecek. Şimdi bu vaka en az iki şekilde değerlendirilebilir: Seçeneklerden biri, bu çocukta davranış bozukluğu var deyip bu uygunsuz davranışları düzeltmeye çalışmaktır. Diğeri ise bu çocukta ortaya çıkan bu semptomun kökenlerini bulup onu çocuğun kendi öznelliği içerisinde ele almaktır. Ne iyi ki çocuk analitik çalışan bir psikologla karşılaşır ve ilk görüşmede psikolog ondan bu sorunla ilgili daha fazla ayrıntı duymaya başlar. Öncelikle bu çocuğun çaldığı arabaların markası Mercedes olmalıdır. Yani çocuk önüne çıkan herhangi bir arabayı değil Mercedes marka arabaları çalmaktadır. Arabaları çalar ve onlara hiçbir zarar vermeden ülkenin başka bir yerine gider, arabayı orada bırakır ve kendi yaşadığı yere otostopla geri döner. Psikolog çocuğa bunların nedenini sorduğunda çocuk “bilmiyorum” diye yanıt verir.

İkinci görüşmede psikolog, çocuğun ailesiyle ilgili daha fazla bilgi alır. Ailede ebeveynler arasında bir evlilik krizi vardır. Anne seçkin bir aileden gelmektedir, baba ise işçi sınıfı kökenlidir ama çok çalışarak iyi bir sosyo-ekonomik seviyeye ulaşmıştır. Annenin başka bir sevgilisi vardır ve baba bu durumla yüzleşmekten kaçınmaktadır. Baba ölümüne çalışmaktadır ve baba –tahmin edebileceğiniz gibi– Mercedes’te çalışmaktadır. Ayrıca çocuğun arabaları çalıp ülkenin başka bir yerinde bıraktığını söylemiştim. Çocuğun arabaları hep ülkenin belli bir bölgesinde bıraktığı ortaya çıkar ve bu bölge annesinin doğup büyüdüğü ve annesinin soyadının halen prestije sahip olduğu bir bölgedir.

Bu bağlamda düşündüğümüzde araba çalma semptomunun, bu çocuğun ailesinin arzusuna, yani büyük Öteki’nin arzusuna öznel bir yanıt olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Çocuğun bu davranışları, ailesinin az önce bahsettiğim hikâyesinden ayrı düşünülemez. Burada iki boyut vardır: büyük Öteki ve özne. Özne, büyük Öteki’nden gelen gösterenlere dair bir yanıt üretir ve semptom işte bu yanıta verilen addır. Psikanalizde semptomu çabucak ortadan kaldırılması gereken bir şey olarak değil öznenin Öteki’nin arzusuna verdiği en biricik yanıt olarak okuruz. Semptom sayesinde bir analiz mümkün hale gelebilir ve onun aracılığıyla bir kişinin öznelliği ele alınabilir. Ve işte bu süreçte analist analizana “eşlik etmelidir.” Analistin görevi onun semptomuna çabucak yanıtlar üretmek ya da semptomu bir an önce ortadan kaldırmak değildir. Analist çocuğun semptomunun partneri olmalıdır, özneye semptomunu yorumlama sürecinde, dolayısıyla Öteki karşısındaki öznel konumunu belirleme sürecinde eşlik etmelidir.

Baştan itibaren konuştuğumuz şeyleri toparlarsak Lacancı psikanalizde çocuk da yetişkinler gibi özne olarak ve analizan olarak ele alınır. Bazı gelişim aşamalarını geçememiş ve analitik bir çalışmaya girebilmesi için bu gelişim aşamalarını geçmesi gereken birisi olarak değil. Ve bunla ilişkili olarak çocuklarla psikanalitik çalışma ayrı bir disiplin gibi ele alınamaz ama bu çalışma bazı özel şartlara sahiptir. Bu özel şartlarla ilgili özellikle oyun ve oyuncaklar konusunda dikkat edilmesi gereken bazı noktalar vardır, bu araçların bir direnç unsuru haline gelmemesine dikkat etmek gereklidir. Ayrıca, çocuğun karşısında her şeyi bilen, eğitici bir büyük Öteki pozisyonunda değil analist pozisyonunda yer almak gerekir. Psikanalizde çocuğun semptomu onun öznelliğinin işareti olarak okunur ve bu yüzden ailenin ya da bakım veren her kimse onun talebi doğrultusunda “çocuğu düzeltme” gibi bir şey amaçlanmaz. Semptom öznelliğin taşıyıcısıdır ve çabucak ortadan kaldırılması gereken bir şey değildir. Psikanalitik çalışmada amaç, çocuğun kastrasyonla, yasaklarla, Yasa’yla, dille karşılaştığında yaşadığı travmatik deneyimlere analitik çalışma içerisinde bir yanıt bulmasını sağlamaktır. Bu yanıt tabii ki çocuğun ömür boyu bir daha böyle bir çalışmaya ihtiyaç duymayacağı anlamına gelmez ama bu travmatik olgularla karşılaşan çocuğun bunları ele almasını kolaylaştırmak da hiç de az bir şey değildir.

Bu konuşmadaki amacım psikanalizin klinik praksiste çocukları nasıl ele aldığını genel hatlarıyla anlatmaktı. Çocuklarla ilgili her konuya giremedim tabii. Çocukluk çağı psikozu, otizm gibi konulardan hiç bahsedemedim ama tek bir oturumda her şeyi söylemek mümkün değil. Umarım bu konuşma psikanalizin çocuklarla ilgili ne söylediğine dair sizlerde bir merak uyandırmıştır. Dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Dipnotlar

* Bu metin, 1 Temmuz 2018 tarihli Lacancı Yaz Semineri’nde sunulmuştur.

[1] Fink, B., Lacancı Psikanalize Bir Giriş, çev. Özgür Öğütcen, İstanbul: Encore Yayınları, 2016.

[2] Rodriguez, L., The position of the analyst in psychoanalysis with children, Analysis içinde, Melbourne: Australian Centre for Psychoanalysis, 1992.

[3] Freud, S., Lacancı Psikanalize Yeni Giriş Dersleri, çev. Selçuk Budak, İstanbul: Öteki Yayınevi, 2016.

[4] Freud, S., Rüyaların Yorumu, çev. Dilman Muradoğlu, İstanbul: Say Yayınları, 2017.

[5] Bernard, D., Lacan ve Ergenlik, çev. Ceren Korulsan (yayımlanmamış metin)

[6] Freud, S., Küçük Hans Vakası, Olgu Öyküleri-1 içinde, çev. Ayhan Eğrilmez, İstanbul: Payel, 2011.

[7] Verhaeghe, P., On Being Normal and Other Disorders, çev. Sigi Jottkand, New York: Other Press, 2004.