Psikanaliz Araştırmaları Derneği

Çocuklukta Rüyalar ve Kâbuslar

09/04/2023 Ceren Korulsan

Çocuklukta Rüyalar ve Kâbuslar

Freud Rüyaların Yorumu’nu[1] Kasım 1899 yılında yayımladı. Fakat bilindiği gibi kitabın baskı tarihi olarak kitabın üzerinde 1900 yılı yazar çünkü Freud onun yeni gelen yüzyılın izini taşımasını istemiştir. Rüyaların Yorumu, yani psikanaliz tarihinin ilk kitabı böylece 1900 yılında yayımlanmış oldu. Kitap yayımlandığında Freud kırk üç yaşındaydı ve bu kitabı hazırlamak onun dört yılını aldı. Bu oldukça kapsamlı ve hacimli kitap başlangıçta pek satılmadı ve dahası akademik camiada pek yankı bulmadı. Bütün bunlar olup biterken, ondan oldukça geniş bir teorik tartışmayı ve çok sayıda örneği içeren Die Traumdeutung’un (Rüyaların Yorumu’nun) daha kısa, daha basit bir versiyonunu yazmasını isteyen bir teklif aldı. Bu teklifi kabul etmesi için bir süre geçmesi gerekti, belki bir o kadar süre de hazırlaması için gerekli oldu çünkü bu sırada zaten üç eser üzerinde çalışıyordu: Günlük Yaşamın Psikopatolojisi[2] (1904), Cinsellik Üzerine Üç Deneme[3] (1905) ve Espriler ve Bilinçdışı ile İlişkileri[4] (1905). Arkadaşına mektubunda şöyle yazmıştı: “Löwenfeld’e onun yeni kitap serisinde (Grenzfragen des Nerven- und Seelenben, Aux frontières de la neurologie et de la psychologie) bir bölüm olarak yer alması için bu yaz rüyalar üzerine olan kitabın kısa bir özetini yazmaya söz verdim.” Aslına bakılırsa böyle geniş bir eseri başka bir basım için kısaltmak oldukça zor bir işti fakat Freud okuyucu çevresini genişletmek ve fikirlerini daha iyi tanıtmak istiyordu. Sonuç olarak 1900 yılında Rüya Üzerine[5] adlı kitabı hazırladı ve kitap 1901’de basıldı. Onun İngilizce versiyonu Standart Edition’da, V. Kitap’ta[6] bulunabilir. Öte yandan bu kitap bu sunumda aktarmaya çalışacağım rüyanın işlevi ve yapısına dair Freud’un keşiflerini öğrenmek için çok yalın ve kesin bir yol açıyor. Bu noktadan başlayarak rüyanın işlevini aktarmaya ve ardından da rüyadan kâbusa doğru gitmeye çalışacağım.

Freud bu kitapta rüyalardan bahsetmeye şöyle başlar: “… bugünlerde, eğitimli kişiler arasında sadece küçük bir azınlık rüyanın rüyayı görene özgü ruhsal bir süreç olduğundan şüphe duyar oldu.” Rüyalara semptomlardan bile çok inanıldığı doğrudur. Freud, Rüya Üzerine adlı kitabında kendi rüyası “le table d’hôte” üzerinden nasıl çağrışım zincirinin takip edilebileceğini ve nasıl bir öğeden diğerine geçilebileceğini gösterir. Burada iki antiteyi birbirinden ayırır: rüyanın açık içeriği ve rüyanın gizli içeriği. Rüyanın gizli içeriğinin rüyanın görünür içeriğine dönüşmesi sürecine “rüya çalışması” adını verir.

Freud’a göre rüyalar üç kategoriye ayrılır: Birinci grup makul ve anlaşılır olanlardan oluşur. İkinci grup tutarlı ve açık bir anlamı olan ama şaşırtıcı bir etki yaratan rüyalardır, ya da başka bir deyişle bu rüyalarda arzu örtülüdür, arzu örtünün gerisindedir. Üçüncü gruptaki rüyalar ise anlamsız görünürler ve kolayca anlaşılır değildirler ve bu rüyalara kaygı eşlik eder. Bu yüzden bu gruptaki rüyaları Freud “kaygı rüyaları” olarak adlandırır. Freud, çocukların rüyaları genellikle birinci gruptadır demiştir. Bunlar anlamlı ve şaşırtıcı bir etki yaratmayan rüyalardır. Bize art arda arzunun örtünün gerisine gizlenmeden kendisini gösterdiği çocuk rüyalarından örnekler verir: “On dokuz aylık küçük bir kız, sabahları kustuğu için dadısının kararı ile bütün bir gün boyunca perhiz yapmak zorunda kalır çünkü önceki gün yediği çilekler onu hasta etmiştir. Perhizin ardından gelen gece, onun şöyle söylediği duyulur (uyuyan Anna Freud’dur ve babası onu uykusunda konuşurken duyar): “Anna F.eud, Er(d)beer, Hochbeer, Eier(s)peis, Papp” yani “Anna F.eud, çilek, çilek, turta, lapa.” Yani adını ve ardından önceki gün yemesine izin verilmeyenleri sayıyor. Yemek yediğinin rüyasını görüyordu. Freud bunun ardından yirmi iki aylık bir erkek çocuğunun rüyasından bahseder. Bu çocuğun bir sepet kirazdan sadece bir tane yemesine izin verilmiştir. Ertesi gün uykusundan uyanınca çok neşeli bir şekilde şöyle der: “Hermann bütün kirazları yedi.” Freud, çocukların gündüz tatminsiz kalan arzularını rüyalarında tatmin ettiklerini belirtir. Hermann amcasına kirazları vermek istemez ve hepsini kendi yemek ister. Fakat rüya bu istekten fazlasıdır. Freud bu rüyaların gizlenmemiş ve yalın bir biçimde arzuların tatmini olduklarını anlatır.

Dört yaşında bir kız çocuğu çocuk felci olduğu için tedavi amacıyla şehirden taşradaki teyzesinin evine götürülür ve teyzesinin evinde çocuk yatağı olmadığından kendisine çok büyük gelen bir yatakta geçirdiği ilk gece rüya görür. Rüyasında yatak ona göre çok küçüktür ve kendisine yetecek yeri yatakta bulamamıştır. Freud “Bu rüyadaki arzuyu kolayca tanırız.” der. Çünkü Freud, büyüme arzusunu çocukların en temel arzusu olarak tanımlamıştır. Yatağın büyüklüğü küçük kıza kendi küçük boyunu hatırlatır ve o daha büyük olmayı arzular. Ve rüyasında hoşuna gitmeyen bu farklılığı düzeltir. Bu sefer kendi büyüktür, ama yatak küçücüktür. Çocukların rüyalarında önceki günün payını görmek daha kolaydır. Gündüzden geriye kalan arzular gece gerçekleştirilir.

Freud’a göre rüya bilinçdışına götüren kral yoludur, Lacan ise rüyanın bilinçdışının kumaşından dokunduğunu söyleyecektir ve onu figüratif olandan gösterenlere dönüştürecek olan ise rüya görenin çağrışımlarıdır. Lacan Semptom Üzerine Cenevre Konferansı’nda[7] “Freud’un onların anlamı olarak adlandırdığı onların anlatılması sürecinde okunandır.” der. Bu açıklama rüyaların sadece görsel temsiller olmadığını ya da hallüsinasyon gibi olmadığını tarif etmenin başka bir biçimidir. Rüyanın anlatılması ile bilinçdışının dokusuna ulaşılabilir. Çok küçük çocuklar rüyaları ilk deneyimlediklerinde rüyadaki görüntü ve sesleri muhtemelen gerçekmişçesine deneyimler. Küçük çocuk rüyadan uyandığında çevresinde gördüklerini ya da duyduklarını arar. Kâbuslara gelirsek, ona geçebilmek için önce rüyalarla biraz daha ilgilenmemiz gerekir çünkü sonuç olarak her ikisi de dilin aynı çalışma mekanizmalarının ürünleridir.

Rüya çalışması gösterenin yasalarına ve ikame (substitution) kurallarına tabidir. Metaforda bir kelimenin yerine başka bir kelime geçer. Yoğunlaştırma (condensation) ise bir öğede birden fazla öğenin bir araya gelmesidir ve bu sayede bir rüyanın birden fazla anlamı içermesi mümkün olur. Metonimide ise bir öğe belli, spesifik bir bütünü birden temsil eder. İkame metonimi mekanizmasıyla gerçekleşir ve bunun sonucunda rüya deforme olur. Belli bir özellik, bir imge, bir hece ya da herhangi bir türden benzerlik, bir metonimi ilişkisinin kurulması için yeterlidir. Ve tabii rüya içeriğine yasak getiren sansür iş başındadır. Sonuç olarak bu mekanizmalar sayesinde rüya uyuşmazlık ya da karşıtlığı tanımaz ve rüya içeriği genellikle realistik değildir. Eğer daha önce mevcut ama bastırılmış bir içeriği etkileyebilirse günün tortusu rüyada kendisini gösterebilir.

Yukarıda belirttiğim gibi, Freud Rüya Üzerine adlı kitabında Misafir Sofrası (la table d’hôte) adlı bir rüyadan bahseder. Burada Freud günün tortusunun nasıl rüyanın görünür içeriğine dâhil edildiğini anlatır. Kelimeleri ve ikame sürecini aydınlatır. Freud tekrar tekrar rüyanın görevinin uyanmayı engellemek olduğunun altını çizer. Uykunun bekçisi rüya olduğundan bazen rüyada uyanıldığı görülür ve uyumaya devam edilir. Aslında herkes bu işlevi bilir çünkü çocukların rüyalarında tuvalete gittiklerini gördüklerini ve o sırada yatağı ıslattıkları bilinir.

Üçüncü gruptaki rüyalara gelirsek bu rüyalara kaygı eşlik eder ve bu, rüyayı böler. İşte bu yüzden bu tür rüyalar ilk iki gruptaki rüyalardan farklıdır. Freud “Kaygı burada, rüyadaki deformasyonun ikamesidir.” der. Fakat tahammülü zor ya da acı verici içeriği olan her rüya kaygı rüyası demek değildir. Freud, bu ikisini birbirinden ayırmak gerektiğini söyler ve bir örnek verir: Genç bir kadın rüyasında ablasının ikinci çocuğunun öldüğünü görür. Fakat pek bir acı hissetmez. Gerçeklikte ablasının ilk çocuğu ölmüştür ve onun cenazesinde ablasının evinde âşık olduğu erkek ile ilk defa karşılaşmıştır. Bu yüzden rüya ölüm ile ilgili değildir ya da rüya acıyla, yasla ilgili değildir. Böyle bir bağlantı yoktur. Öte yandan kaygı rüyaları uykuyu koruma işlevini başaramazlar. Bir şey sanki bir baskın gibi gelir ve uykuyu belli bir anda böler.

Anna Freud’un rüyasına tekrar dönersek. Anna Freud uyurken babası onun şöyle dediğini duyar demiştim: “Anna F.eud, çilek, çilek, turta, lapa.” [“Anna F.eud, Er(d)beer, Hochbeer, Eier(s)peis, Papp”]. Adını ve önceki gün yemesine izin verilmeyenleri söyler. Lacan “Arzu ve Onun Yorumlanması”[8] adlı seminerinde bu rüyadan bahseder. Küçük kızın arzusunun çok açık seçik olduğu, hiç gizlenmemiş olduğu doğrudur der. Fakat Lacan’a göre onun arzuladığı ona verilmeyenlerdir, onun arzuladığı dadısının yasaklarıdır. Demek ki bu yiyeceklere Öteki’nin arzusu karışmıştır. Öyleyse en yalın görünen rüyalarda bile temel olan Lacan’a göre Ötekinin arzusu sorunsalıdır. Eğer Lacan’ın Tedavinin Yönetimi ve Gücünün Prensipleri[9] adlı makalesinde söylediği gibi “arzu, varlıktaki eksiğin metonimisi” ise onu bir nesne ile doyurmak tatmin etmek mümkün değildir. Aynı makalede Lacan, çocukların en yalın rüyalarının olağanüstü ya da yasak nesneleri gösterdiğini ve çocuğun kendi başına uyumadığını, onun ihtiyaçları hakkında fikir sahibi olan Öteki’nin de rüyaya karıştığını söyler.

Freud rüya çalışmasının rüya görenin çağrışımlarına tabi olduğunu söylemişti fakat öte yandan rüyaya dair çağrışımların sonsuz olduğunu ve çağrışımların hep başka çağrışımlara gönderdiğini tarif etmişti. Yine de Freud’a göre yorumlamanın bir sınırı vardır. Rüya tamamen yorumlanabilir değildir. Rüyada sözle söylenemez olan bir yer vardır. Buna Freud rüyanın göbeği der. Sözle ele geçirilemez olan bu çekirdek onun karanlık kısmıdır. Bu düğüm, rüyanın boş merkezi ile söylenmek istenen şey, bastırmanın yarattığı “delik” ile aynı anlama gelir. Freud en iyi yorumlanan rüyalarda bile daima karanlıkta kalan bir kısım olduğunu söyler. İşte bu kısım rüyanın göbeğidir. Başka bir deyişle gerçek, simgesel onun sınırlarına gelindiğinde, simgesel onun sınıra her çarptığında çizilir, böylece çıkarsanır. Lacan XI. Seminer’de[10] bunun tanıdık olamayanın (inconnu) merkezi ve bilinçdışının ortaya çıktığı boşluk olduğunu söyler. Bilinçdışının öznesi uykusu sırasında Öteki’nin ne istediğine dair bir hipotez oluşturur ve bu gizemli arzunun ağırlığı bazen kaygılandırır. Rüya sözler, fikirler, imgeler ve bastırılmış affektler arasında bağlantılar üretir. Eğer bu işlev başarısız olursa özne kaygı tarafından istila edilir. Öte yandan kâbuslara gelirsek, Freud kâbusların rüya teorisine uymadığını daha başında fark etmişti. Çünkü o haz ilkesine göre düzenlenmiş ve arzu tatminine yönelik değildi. Öyleyse her tahammül edilmesi zor ve üzücü içeriği olan rüya kaygı rüyası değildir ve Freud’a göre rüya ve kâbus iki farklı antitedir.

Freud rüyanın işlevini uykunun bekçiliği olarak tanımladıysa da Lacan XI. Seminer’de Freud’un rüyaların yorumunda bahsettiği bir rüyayı hatırlatarak bu tanımı sorgular. Freud’dan alıntılıyorum: “Bu rüya bana bir hasta tarafından anlatıldı, onunla rüya üzerine bir konferansta tanışmıştım. Bu rüyanın esas kaynağını bilmiyorum. Ama içeriği bu kadını çok etkilemişti, çünkü daha sonraları rüyayı tekrar rüyasında gördü, yani bu aktarım aracılığıyla belli bir konuya uygun düştüğü için kendi rüyasında bu rüyanın aynı öğelerini tekrar etti. Bu rüyayı önceleyen şartlar şöyledir: bir baba günler geceler boyunca oğlunun hasta yatağının başında bekler. Çocuk öldükten sonra yandaki bekleme odasında dinlenmeye gider ama onun odasına bakmak için yattığı odanın kapısını açık bırakır. Çocuğun ölü bedenin bulunduğu oda büyük mumlarla aydınlatılmıştır. O gece çocuğun ölü bedeninin yanında oturması ve dualar okuması için yaşlı bir adam görevlendirilmiştir. Birkaç saat uyuduktan sonra baba rüyasında çocuğun yanında ayakta durduğunu, onun kolunu tuttuğunu ve sitem dolu biçimde mırıldandığını görür: Baba, görmüyor musun, yanıyorum,? Baba uyanır ve ölünün odasından gelen yoğun dumanı fark eder, aceleyle oraya gider ve yaşlı adamı uyuyakalmış halde bulur, çarşaflar ve zavallı bedenin kolu yanmıştır ve hala yanan bir mum da üzerlerine düşmüş haldedir.” Lacan şunu sorar: “Şayet rüyanın işlevi uykuyu devam ettirmekse, rüya sonuçta onun ortaya çıkmasına neden olan gerçekliğin bu kadar yakınına gelebiliyorsa, bu gerçekliğe uykudan çıkmadan karşılık verebilirdi, denemez mi? En nihayetinde uyurgezerlik diye bir şey var. Ortaya çıkan soru; Freud’un daha önce belirttiği tüm emareler üzerine sormakta haklı olduğumuz soru: Uyandıran nedir? sorusudur.” Babanın duyduğu vicdan azabı ve kaygıyı vurgulayarak Freud aniden uyandığını söyler. Bu doğrudur, ölen çocuğun babası hem oğlunun ölümünü engelleyememişti, hem de oğlunun cesedini yangına engel olamayan yaşlı bir adama emanet etmişti. Fakat bunun üzerine söylenmesi gereken şey, en yakıcı olanın ölümün Gerçeğinin temsil edilemez olduğudur.

Lacan şöyle devam eder: “Baba, görmüyor musun, yanıyorum? Bu cümle başlı başına kıvılcımdır. Ateşi düştüğü yeri yakar, neyin yandığını da görmeyiz, çünkü alevler bizi körleştirir, çünkü alev Gerçeği taşıyanı görmemize engel olur.” Hiçbir baba çocuğunu ölümden koruyamaz. Rüyanın temsilin eksiğini gizlediğini çıkarsayabiliriz ve dayanılmazla karşılaşmaktansa uyanmak rüyayı göreni korur. Uyumaya devam etmek kaçırılmış olan gerçekliğe bir tür “saygı duruşu” gibiyken ölen çocukla böylesi bir karşılaşma ancak alevlerin uyandırdığı bir rüya ile mümkün olabilirdi. Bu yüzden bu rüyayı yalnızca babanın çocuğunun hayatta olmasını arzuladığını ifade eden bir rüya olarak göremeyiz. Bundan ötesi, bundan fazlası söz konusudur. “Hakikaten eşsiz olan bu buluşma sadece rüyada gerçekleşebilir.” der Lacan. Bu buluşma “hatırada tutulması bile imkansız” bir buluşmadır. Bilinçli olarak kimse bir çocuğun ölümünün ne olduğunu söyleyemez. Çocuk babasının kolunu tutar. Bu “gaddar bir görüntüdür!” [une vision atroce] Böyle bir rüya için çocuk hayatta olmadığına göre, bir temenniden, bir arzudan bahsetmek mümkün değildir. Bu yüzden Lacan bu rüyayı “temsilin tam tersi” diye tanımlar. Başka bir değişle baba imkânsız ile karşılaşır. İkinci başarısızlık birincinin tekrarıdır. Uyandırmaya gelen ise Gerçekt’ir.

Lacan X. Seminer’de, yani Kaygı Semineri’nde[11], 12 Aralık 1962 tarihli derste “Neden analistler kâbuslarla bir süredir bu kadar az ilgileniyorlar?” diye sorar.

Freud gibi Lacan da çocukların arzu doyumu rüyaları gördüklerini söyler ve bununla birlikte bir de sıklıkla kâbus gördüklerini ekler. Hatta kâbuslar küçük çocuklarda yetişkinlerden daha sıktır. Kâbuslar endişe verici, beklenmediktirler ve küçük çocuklar gece yatmaya gitmekten bu yüzden korkarlar. Bu Gerçeğin yatak odalarına yaptığı baskın yüzündendir.

Anna Freud’un çilek rüyasına yeniden dönersek, acaba neden çileği iki kere ama farklı kelimelerle sayıklıyor diye sormamız gerekir. Sınırsızca çilek yemek, bu fazlalığın adını Lacan koymuştu: Ona jouissance demişti. Tabii rüya uykunun devam etmesine olanak sağlar ve Anna’ya çilekleri vererek arzunun gerçeğini gizler. Eğer bu fazlalık rüya çalışmasının sınırlarını aşarsa rüya gören kaygı duymaya başlar ki bu kaygı Öteki’nin jouissance’ı olarak onu uyandırır. Lacan X Seminer’de “… kâbusun kaygısı doğrusunu söylemek gerekirse Öteki’nin jouissance’ı olarak deneyimlenir. Kâbusun bağlantılı olduğu, bu incubus ya da succubus‘tur, sizi jouissance’ı altında ezen, göğsünüzün üzerindeki yabancı bir jouissance’ın tanınmaz ağırlığını veren varlık demektir.” der. Lacan jouissance’ı ile ağırlık veren bu varlığın aynı zamanda sorgulayan bir varlık olduğunu söyler, tıpkı Öidipus dramındaki Sfenks gibi. Sfenks bir kâbus figürüdür, bir sorgulayandır. Bu sebeple Lacan’ın bu yorumundan yola çıkarak Bousseyroux[12] şöyle der ki baba görmüyor musun rüyasının hatırda tutulması imkânsız olanın, yani simgeselin dışında olanın anılması olduğunu söyler. İşte çocuğun yakıcı bakışındaki yakarış bununla ilgilidir. Hatırda tutulması bile imkânsızdır çünkü kimse bir çocuğun ölümünün ne olduğunu söyleyemez.

Rüya özneye bir sığınak sağlarken kâbus öznenin gerçek karşısında dona kaldığı yerdir. Bu yüzden rüyanın bekçisi olmanın çok ötesindedir. Öyleyse Lacan’ın sorusuna kulak verip onunla ilgilenmek gerekmez mi?

Dipnotlar

*Bu metin, Saint Benoit Lisesi’nde 17 Eylül 2017 tarihinde gerçekleştirilen Lacan Sempozyumu’nda sunulmuştur.

[1] Freud.S, Rüyaların Yorumu, çev. Dilman Muradoğlu, İstanbul: Say Yayınları, 2017.

[2] Freud, S., Günlük Yaşamın Psikopatolojisi, çev. Şemsa Yeğin, İstanbul: Payel Yayınları, 2012.

[3] Freud, S., Cinsellik Üzerine Üç Deneme, Cinsellik Üzerine içinde, çev. Emre Kapkın, İstanbul: Payel Yayınları, 2011.

[4] Freud, S., Espriler ve Bilinçdışı ile İlişkileri, çev. Emre Kapkın, İstanbul: Payel Yayınları, 2012.

[5] Freud, S., Sur le rêve, çev. Cornélius Heim, Paris: Gallimard, 1990.

[6] Freud, S., On Dream, SE V içinde, 1901.

[7] Lacan, J., Semptom Üzerine Cenevre Konferansı, Simgesel Dergisi içinde, çev. Özgür Öğütcen, İstanbul, 2017.

[8] Lacan, J., Le désir et son interprétation, 1957-1958 (http://www.valas.fr/IMG/pdf/S6_LE_DESIR.pdf)

[9] Lacan, J., La Direction De La Cure Et Les Principes De Son Pouvoir, 1958 (http://ecole-lacanienne.net/wp-content/uploads/2016/04/1958-07-10.pdf)

[10] Lacan J., Psikanalizin Dört Temel Kavramı – 11. Kitap, çev. Nilüfer Erdem, İstanbul: Metis Yayınları, 2013.

[11] Lacan J., L’Angoisse, 1962-1963 (http://www.valas.fr/IMG/pdf/S10_L_ANGOISSE.pdf)

[12] Bousseyroux M., La repétion final: Nietzsche, Freud, Kierkegaard, L’En-je Lacanien içinde, Paris: Eres, 2010.