Semptom Üzerine Cenevre Konferansı
Jacques Lacan
Çev.: Özgür Öğütcen
Beni buraya çağırmış olduğu için Olivier Flournoy’a teşekkür etmeden başlamam olmaz, size hitap edebilmem için bana bir ayrıcalık sağladı.
Bana öyle geliyor ki, pratiğe başladığımdan bu yana, size en azından bir açıklama borçluyum –bu öncelikle uyguladığım ve ondan sonra da bir gün öğretmeye başladığım olgu hakkında bir açıklama.
Aslında öğretmeye ihtiyacım yoktu. Ben başladığım zaman, adı Paris Psikanaliz Enstitüsü olan kurum kurulmuştu –aslına bakılırsa, bu rolde pek de iddiası olmayan birisi tarafından bir devralma namına kurulmuştu. Ben sadece bunu yaptım, çünkü o zamanlar, ki bu bir kriz zamanıydı –kısacası, bir tür diktatörlük kuruluyordu-, savaştan filizlenmiş olan bir grup insan, psikanalistler benden konuşmaya başlamamı istediler –ne yazık ki bundan bir şeylerin ortaya çıkması sekiz yıl aldı, bu nedenle kuruluş 1953’dü.
O vakitler Sainte-Anne [hastanesinde] psikiyatri profesörü ve sonradan da Académie Française üyesi olan birisi beni oraya davet etti. İddialara göre bu kişi psikanalizden geçmişti, ama aslında, onun André Gide Gençliği bunu doğrulamıyordu ve bu kişi psikanalizde bir rol oynama konusunda pek hevesli değildi. Nitekim on yıl sonra, bana pek çaktırmasa da o çok mutluydu, çünkü aksine ben ona ayrıldığımı göstermek için haber vermiştim.
Sonra Uluslararası Psikanaliz Derneği düzeyinde, bir tür fuzuli yaygara ile, bir tür göz koyma ile başka bir kriz patlak verdi, Allahım, zamanı gelmişti! Tam da burada Joyce’un İngilizce suck kelimesiyle sembolize ettiği bir şeyler var, Joyce şu andaki meşgale listemde yer alan birisi –suck, lavabonun tıpasını çektiğinizde, delikten sular gittiğinde çıkan gürültü.
Bu, Freud’un istediği, böylesi bir International derneğin işleyişi için kötü bir metafor değil. Şunu mutlaka hatırlamak gerekiyor, Freud kendi kızından başka hiç kimseye düşüncesinin emanet edilmemesinin yolunu döşemişti, onun inancına göre o öldükten hemen sonra düşüncesinin korunacak olmasının hiçbir garantisi yoktu. Bu evladın Freud’un bizzat kendisiyle doğrudan aynı hatta olduğu söylenebilir mi, söylenemez mi? Bana kalırsa, ürettiği sözüm ona Savunma Mekanizmaları onun Freud’la aynı çizgide devam etmediğinin kanıtı gibi duruyor. Bundan çok uzak…
Dolayısıyla kendimi 1953 yılında bir seminere başlamış olarak buldum, bazılarınız takip etmişsiniz, Olivier Flournoy anlattı bana. Bu seminer, bana epeyce yakın olan, Jacques-Alain Miller’ın ellerine bırakmış olduğum bir derlemeden başka bir şey değil. Onun ellerine bıraktım çünkü bu seminer bana bir miktar uzak ve eğer yeniden okumuş olsaydım, onu yeniden yazacaktım ya da en azından basitçe yazmış olacaktım.
Yazmak hiç de konuşmak gibi değildir, birbirlerine hiç benzemezler. Bunu birazdan göstereceğim. Saint-Anne’da olduğum zamanlarda öyle olurdu, söylemek istemiş olduğum bir şeyler kalırdı. O vakitler içinde benim de tam manasıyla yazdığım bir dergi peyda oldu.[1] Bu dergide bir dizi makale yayımladım. Bundan önce de oldukça az şey yazmış olduğum gibi, bu yazıların yarısı da önceki yazılarımdan oluşturuldu –ki bunlar tam tamına sözümona yazılar [écrits] olduklarından, benim başlığım da basitçe Ecrits (Yazılar). Genç ve çekici Japon bir kadın tanıyorum, bu başlıkla bir miktar şoke oldu. Muhtemelen écrit (yazılar) kelimesinin tınlaması Japoncada ve Fransızcada aynı değil. Benim écrits ile yalın biçimde işaret etmek istediğim şey bunların bir anlamda benim öğretimin kalıntıları, arta kalanları olduğu.
Kabaca yılda bir kez, bu dergide, La psychanalyse’de, bir yazı yayımladım, [yazılardan] biri, atıf yapılabilecek bir aygıtı korumak amacıyla, benim sözlerimin yaratmış olduğu kargaşadan bir şeyleri korumak niyetindeydi. Neticede, bunu bir fikirle yaptım, bu fikir de benim için International hususunda bir atıf noktası olarak hizmet etti. Emin olun bütün bu yazılarla alay ediyorlar –ve neticede, haklılar, çünkü psikanaliz yazıdan oldukça farklı bir şeydir; ama analist ne yaptığını bildiğinin bir tür kanıtını verse fena bir iş yapmış olmazdı. Eğer analist bir şey yapıyorsa, eğer konuşuyorsa, ondan ne yaptığının tanıklığını beklemek akılsızca olmayabilir.
Ne de onun ne yaptığını düşündüğünü umut etmek akılsızca olmasa gerek. O ara sıra düşünüyordur. O bazen düşünüyordur. Zorunlu bir şekilde değil. “Düşünmek” teriminin değerine herhangi bir yan anlam vermiyorum. Hatta bundan daha ileri gideceğim –eğer iddia etmiş olduğum bir şey varsa, analistin otomatizmi denebilecek şey için analiste bir tür çok fazla güvence vermektir. Sonuçta bunun düşünceye saplanıp kalma olduğunu düşünüyorum. Ve psikanalistler bunu herhangi birinden daha iyi bilirler. Bir şeye saplanıp kalmayı imgesel olarak tanımlamıştım ve bütün bir felsefi gelenek bunu mükemmelen gözlemlemiştir. Bunu söylemek banal görünebilir, eğer insan beden diye adlandırılabilecek şeye sahip değildiyse, onun düşünemeyeceğini söylemiyorum, çünkü bu açıktır, ama bedeninin imgesi tarafından çok derin biçimde tutsak edilmeyecektir.
İnsan kendi bedeninin imgesi tarafından tutsak edilir. Bu husus pek çok şeyi açıklıyor, bu en başta kendi bedeninin onun için taşıdığı ayrıcalıklı konumdur. Etrafındaki şey olan onun dünyası, bu kelimenin bir anlama sahip olduğunu varsayarak, onun Umwelt’i, bunu bedende-maddileştirir [corpo-reifies], insan bir şeyi kendi bedeninin imgesinin içinde oluşturur. Tabii ki, insan kendi bedeninin içinde ne olup bittiğiyle ilgili en ufak bir fikre sahip değildir. Bir beden nasıl yaşamaya devam eder? Bununla herhangi bir şekilde meşgul olup olmadığınızı bilmiyorum –kaşıya kaşıya bir yerinizi kanattığınızda, bu iyileşir. Bu tıpkı kertenkelenin kuyruğunu kaybettiğinde yeni bir tanesinin büyümesi olgusu kadar şaşırtıcıdır, ne eksik ne fazla. Bu tam olarak aynı düzendedir.
Bu bedenin bir ağırlık, bir önem taşıması, Olivier Flournoy’un önceden gönderme yapmış olduğu, görünüm sayesinde olur. İnsanın düşündüğü şeylerin çoğunluğu –ama hepsi değil- oradan köken alır. Bir analist için, ilgilendiği bahsi geçen şeye, -önceden gönderme yapmış olduğum yolla-, akıp giden suyun glu gluları arasında, kapılıp gitmemesi çok zordur, nihayetinde bu şey onu, narsisistik olarak esir eder, Olivier Flournoy’un söyleminde –aksi gibi- analiz edilen [analysé] dediği şey. Buna aksi gibi dememin nedeni şimdilerde ara sıra buna ‘analizan’ [analysant] denmesinden ötürü, bunu bir gün seminerimde önermiştim, popüler oldu. Sadece Okulumda değil –buna sadece göreceli bir önem vereceğim, bana göre göreceli- ama bu tam da onu formüle ettiğim hafta bir tür gök gürültüsü gibi geldi, ‘analizan’. Sayıp döktüklerimde çokca güncel olan Paris Psikanaliz Enstitüsü –hatta daha da ileri gidecek olursam, orada öğretmiş olduğum en temel şeyin bu olduğunu söylüyorum-, bu Enstitü onlara bir eldiven gibi uyan ‘analizan’ı beğendi, hatta fırsat doğduğunda, analizan terimini sadece analisti analiz için olan sorumluluğundan azat etmek için kullandılar.
Şunu söylemek zorundayım, ben bu şeyi ileri sürdüğümde sadece, İngilizcede güncel olan, ‘analizan’ teriminin parodisini yazıyordum –eğer bunu böyle söyleyebilirsem, bu bütün bir geleneğin bir parodi düzeni olmasındandır. Tabii ki, bu Fransızca terimin tamı tamına eşdeğeri değildir. [İngilizce] ‘analizan’ daha çok analiz-edilmekte-olan anlamını uyandırıyor ve bu hiç de benim dediğim şey değil. Benim söylediğim, analizde gerçekten de bir analiz için bir talep [demande d’analyse] formüle etmeye başlayan kişidir, ki bu kişi çalışmayı yapandır –onu hemencecik divana yatırmamanız şartıyla, yatırırsanız, bu durumda her şeyi berbat edersiniz. Şu çok önemli; bu talep, bu istek siz onu divana yatırmadan önce gerçekten şekillenmiş olmalı. Ona başlamasını söylediğiniz zaman –ve bu mutlak surette ne ilk ne de ikinci zamanda olmamak zorundadır, eğer en azından ağırbaşlılıkla kendinizi idare etmek isterseniz- bir analiz için bir talep ortaya koyan kişi, sonrasında, çalışmaya başladığı zaman, çalışmayı yapan kişidir. Onu asla şekil vermeniz gereken biri olarak telakki etmeyin. Bu tam tersidir. Yaptığınız nedir? Bu soru başladığımdan beri soruşturduğum her şeyin nedenidir.
Tam bir masumiyet içinde başladım, Allahım, böyle söyleyebilirim. Ne yapmış olduğumu bilmediğimi söylüyorum, bunun peşi sıra olanların kanıtladığı üzere –benim zihnimde kanıtlıyorlar. Eğer neyin sorumluluğunu üstlenmiş olduğumu bilmiş olsaydım daha ihtiyatlı olur muydum? Kesinlikle olacağımı hissediyorum. Yani, bunun final noktası, 1967’deki akademik yılın başlangıcında, Ekim’de, ulaşmış olduğum evre olmasının nedeni, bir kişinin kendisini analist olarak ileri sürdüğü vakit, bunun öne sürülmesinin içerdiği şeyi tesis etmemdi. Bu bana aşikâr bir hakikat gibi geliyor.
Bir kişi kendisini analist olarak ileri sürdüğü zaman, bu tür bir göreve başlama töreninden özgürleşir, ki bunu tanıtmıştım ve adına Proposal demiştim. O özgürdür, bunu yapmaktan sakınabilir ve sırlarını kendine saklayabilir, ama aynı zamanda bu mahkemeye çıkmak ve sırlarını söylemek için gönüllü olmakta da özgürdür –insanlara sırlarını söylemek, bile bile bunu seçiyorum, çünkü sırlarını söyleyenle aynı noktadalar.
Şurası çok açık, eğer o kendisini yaşlı, tescilli [titularisé] bir kişiye ya da hatta adına eğitim analisti denilen birisine muhatap ederse, bu tanıklığın esas noktayı tamamıyla kaçıracağından emin olabilirsiniz. Çünkü, en başta, muhatap olduğu, olgunlaşmış zavallı gerzeğin, tıpkı benim gibi, analist olma mesleğine niçin girdiği hakkında mutlak surette hiç bir fikri yoktur. Ben niçin olduğunu çok az hatırlayabiliyorum ve bundan pişmanım. Ama topyekûn olarak bunu tamamıyla unutmuşlardır. Onların bütün gördüğü kendi otorite konumlarıdır ve bu şartlar altında bir kişi kendisini otorite olarak aynı mevkiye konumlandırmayı deneyebilir –yani, açıkçası palavra atabilir. Dolayısıyla onların daima yeni başlayanlarla aynı kendileri gibi muhatap olduklarından emin olmaya çalıştım.
Her şeye rağmen, herkesin rızası olmadan kurulmuş bir tür heyeti muhafaza ettim –kişi daima yenilik yapmak zorunda olmaktan sakınmalı, ben hiç bir şeye asla yenilik getirmedim. Bundan daha çarpıcı bir şey yok –eğer herhangi bir heyet seçerseniz, eğer gizli oylamayla insanların oyunu alırsanız, sonuç zaten çoktan mükemmelen tanımlanmış kişilerin adları olur. Grup liderler ister. Eğer grup birden fazlasını istiyorsa bu zaten bir parça iyi talihtir. Bu nedenle, grubun istediği liderler zaten işlerin yolunda gideceği şekilde seçilmiş kişilerdir. Kabul edilmiş olan kişiler bu heyete karşı analist olmak isteyenlerin tanıklığına tanıklık ederler.
Proposal’ın ruhunda, bu uygulama bu noktada [analist olmaya karar verme noktası] ne olup bittiğini aydınlatma amacıyla gerçekleştirilir. Bu tam da Freud’un söylediği gibidir –analizde bir vakamız [cas], vaka dediğimiz şey olduğunda, Freud onu peşin peşin masanın çekmecesine [casier] yerleştirmeyin diye önerir. Bizden dinlememizi rica eder, deyim yerindeyse, sahip olduğumuz bütün bilgilerden [connaissances] tamamıyla bağımsız biçimde, neyle uğraştığımızın, yani vakanın hususiyetinin farkında olarak dinlememizi rica eder. Bu çok zordur çünkü açıkçası deneyimin doğası bir çekmece hazırlamaktır. Kadın ya da erkek, deneyimdeki, biz analistler için işleyiş sürecindeki ve analizi geliştirme halindeki bir vaka hakkında yargı oluşturmamak, onun aklımıza başka vakaları getirmemesi çok zordur. Sözde özgürlüğümüz –çünkü bu özgürlüğe inanmak imkânsızdır- her ne olursa olsun şurası açık ki yaşadığımız deneyimi yok edemez. Freud bunun üzerinde epeyce ısrar eder ve eğer daha iyi anlamanın bir yoluna sahip olsaydık tamamen farklı türde bir müdahale olurdu –ancak bu olamaz.
Bu durumda, bir tanık olarak aynı eşikten geçmekte olan aynı düzeydeki birini bu ruhla istedim. Kısacası, bu bizi aydınlatması için tasarlandı. Bir kişinin tanıklığının otantik bir karaktere sahip olması zaman zaman meydana gelir –ve bunu tanımak olasıdır. Bu yüzden bu kişinin bir düzeyde kabul edilmesini olası kıldım, bu düzeyde bu kişilerin ne yaptıkları hakkında düşünen kişiler olmaları gerekiyor, böyle bir şekilde onları tasnif etmek için. Bu şimdi ne hale geldi? Tabii ki, başka bir seçme biçimi haline geldi. Yani, bütün içtenlikleriyle, geriye dönük olarak eğitim analizi diye adlandırılan, analizlerinde ne yapmış olduklarına tanıklık eden kişiler, tanıklıklarının ardından, genişletmeye çalıştığım ne yaptıkları üzerine biraz olsun düşünebilenler grubuna ait değillerdiyse bir miktar küskünlük hissettiler. Bunun böyle olmasını ne kadar engellemeye çalıştıysam da değersizleşmiş hissettiler. Onlara kendi tanıklıklarının, onlara şart olarak koşulan her neyse onun içinde eğitim görmüş olmalarıyla, bir analist haline gelmenin belirli bir şekli hakkında bir takım katkılarda bulunmuş olduğunu açıkladım. Onlardan talep edilen açıkça bu deneyimin içinden geçmiş olmalarıydı. Eğer kendin bir şeye maruz kalmadıysan bunu nasıl iletebilirsin? Peki, her neyse…
Freud’un, önceden birden fazla kez vurguladığım, görüşünü, Soll Ich Werden, belirtmek istiyorum.[2] Werden ne demek? Bunu çevirmek çok zor. Bir şeye doğru gidiyor. Bu şey den mi? Werden yeşillenmek mi, “verdification” mı? Almancadaki haline gelmek ne? Her dil kendi dehasına sahiptir ve Werden’i devenir ile tercüme etmek gerçekten de, den zaten devenir olduğundan bir dereceye kadar önem taşıyor. Eğer böyle söylenebilirse, bu yoksulluk [destitution] düzeninden bir şeydir. Yoksulluk [dénuement] akıbet [dénouement] ile aynı şey değildir. Ama gelin hepsini muallakta bırakalım.
Söz konusu olan Freud’un sadece çalışmasının ilk kısmında, 1914 civarında sonlanan bu ilk evrede, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce vurgulamış olduğu –bütün yönleriyle klinisyen olan bir adamın böyle bir tarafının olması oldukça şaşırtıcı- şeyleri değerlendirmektir –özellikle Traumdeutung’daki (Rüyaların Yorumu), Gündelik Yaşamın Psikopatolojisi’ndeki ve Şakalar’daki şeyler. Bunu vurguladı, ve ne şaşırtıcıdır ki bunun üzerine parmak basmadı, bu kendi Unbewusstsein, bilinçdışı hipotezinin, tabiri caizse, kötü adlandırılmış olmasıdır.
Bilinçdışı sadece un-known (bilinmeyen) değildir. Zaten Freud kendisi bunu Bewusst diyerek formüle etmişti. Bu noktada, Bewusst ve Wissen arasında bir ilişki tesis edebilmek için, Alman dilini istismar ediyorum. Alman dilinde bilinçliliğin bilinci gerçekte neyse o olarak formüle edilmiştir, yani bu bilginin [savoir] keyfidir [jouissance]. Freud’un katkısı tam da buradadır, bir kişinin bilgiden keyif alması için onu bilmeye ihtiyacı yoktur.
Kendi gündelik deneyimimize dönelim. Eğer dediğimiz şey doğruysa, eğer gerçekten erken bir evrede onun adıyla adlandırmak zorunda olduğumuz şey, yani semptomlar, kristalize oluyorsa, eğer bebeklik dönemi bunun için gerçekten belirleyici ise, rüyaları ve sakarlıkları analizimizi bir şekilde bağlantılı olan bu olguyla ilişkilendirmekte nasıl başarısız olabiliyoruz? Doğal olarak en küçük bir mizah duygusuna sahip olmayan analistlerin kapsama alanının tamamıyla dışında kalan şakaları söylemeyeceğim. Yani Freud ise, ama burada hepsinin bir olduğunu kanıtlayan Freud, yine de, şunu gözlemlemek zorunda kalmıştır: Sakarlık sadece özne tarafından ona getirilen açıklamalardan değerini alır. Bir sakarlık nasıl yorumlanır? Eğer özne bunun hakkında, konuşmayı olası kılan, bir iki şey söylemezse tamamıyla karanlıkta kalacağız demektir, “Ama sonra, benim, analistin, yerime girmek için kendi anahtarınızı cebinizden çıkardığınızda, bu aynı anlama sahiptir.” ve onun ilerleme durumuna göre, anlam ona pek çok yoldan biriyle açıklanacaktır –ya kendi evine girdiğini düşünmesi açısından ya da kendi evine girmek istemesi açısından, veya biraz daha ileri gidip, kilide anahtarı sokmanın anahtarlar ve kilitlerle yapılması gereken bazı sembolik şeyleri kanıtladığı olgusundan dem vurulacaktır. Traumdeutung’un sembolizmi aynı hamurdan yoğurulmuştur. Peki eğer bu rüyalar anlatılan rüyalar değilse ne olacak? Freud’un onun anlamını okumaya çağırdığı şey açıklamasının ortaya çıkışının içindedir. Bir kişi bir şekilde öznede bunu görmedikçe, dil tarafından bölünmemiş, onun tarafından döllenmemiş bir özne, sanki eskiden olduğu gibi, gerçekten varmış gibi, böyle bir bilinçdışı hipotez nasıl sürdürülebilir?
Bir özne için arzulanmış olma biçiminin onun için sahip olduğu önemi analizden iyi biliyoruz, demek istediğim bu andaki kişinin hala hiçbir surette hiçbir şey olduğuydu. Tehdit altında yaşayan kişiler vardır ve bu bütün ömürleri boyunca sonlanmayacaktır, bir ya da iki ebeveynin tehdidi altında –hangisi olduğunu söylemeyeceğim- onları arzulamadılar. Bu bizim gündelik metnimizdekidir.
Ebeveynler özneyi işte bu işlevin içinde, sembolizm dediğim şeyin kalıbına dökerler. Açıkçası bunun anlamı şudur, çocuk herhangi bir şekilde bir sembolün temeli değildir, ama ona bir konuşma kipi bu yolla yavaş yavaş zerk edilmiştir, ki bu da ailesinin onu kabul etmiş olduğu kipin bir işaretine dayanabilir. Bunun her türden çeşitlemeye ve zenginliğe sahip olabileceğini iyi biliyorum. Hatta arzulanmamış bir çocuk bile sonradan daha hoş karşılanmış olabilir, her ne adına olursa olsun onun ilk çalkantılarından sonra bu meydana gelebilir. Bu, belirli bir tarihten önce varolmamış olan arzunun bazı işaretlerinin varlığına engel olamayacaktır.
Freud’dan önce, adına erkekler, ya da yeri geldikçe kadınlar, denen bu insanlar nasıl oldu da konuşmanın içinde ikamet etmeyi takdir etmekte başarısız olabildiler? Düşündüklerine inanan insanların kelimelerle düşündüklerini fark etmemeleri çok garip. Burada bir şeyler var, bir sonuca erdirilmesi gereken bir şeyler, katılmıyor musunuz? Bir psikoloji ekolü olduğu farz edilen Würzburg Okulu’nun tezi gerçekten de şimdiye kadar üretilmiş en delice tez, sözde idrake dayalı, söylenmeyen sentetik düşüncenin ne olduğunu bilmiyorum. İnsanın düşünmesi daima kelimelerin yardımıyla olur. Ve bu kelimelerle onun bedeni arasındaki karşılaşma bir şeylere şekil verir. Bir de, hatta bu hususta “içkin/doğuştan olan” terimini kullanmak istiyorum –eğer kelimeler yoktuysa, insan neye tanıklık edebilirdi? Burası insanın anlamı konumlandırdığı yerdir.
Elimden geldiğince, benden kaynaklanmayan, hatta eski Stoacılar tarafından çoktan algılanmış olan, bazı şeyleri tekrar hayata döndürmeye çalıştım. Felsefenin bizim için, her zaman ne olduysa aynı şey olduğunu düşünmek için gerekçe yok. Bir zamanlar felsefe bir yaşam biçimiydi, yaşama yoluydu -Freud’dan çok önce, bu dil algılanabilir olan bir yaşama biçimiyle ilgiliydi, bu dil kesinlikle teorik bir varoluşa sahip değildi, daima benim “lalangue”, ki “llanguage” dediğim biçimde işe karışır –“lallation”, “agulama” kelimesine olası en yakın kelimeyi oluşturmak istediğim için kullandığım bir kelime.[3]
Llanguage. Yunanlılar, Ezop zamanından beri, bunun ne kadar çok önemi olduğunun kesinlikle çok iyi farkındalardı. Bu meyanda çok meşhur bir fabl vardır, ama kimsenin dikkatini çekmiyor. Kelimelerin muğlak, çifte anlamlı olması hiç de tesadüf değil, lalangue her ne ise kişiye ilk damgayı vurur. Fransızcadaki “ne”, “olumsuzluk bildiren ek”in “noeud”, “düğüm” ile aynı telaffuza sahip olması da kesinlikle tesadüf değil. Yine Fransızcada, pek çok başka dilin tersine, “pas” [İngilizcedeki olumsuzluk bildiren ‘not’ eki, ç.n.] olumsuzluk ekinin olumsuzlamayı çiftlemesi de tesadüf değil, aynı zamanda un pas, bir adım, bir basamak belirtir. Eğer “pas” ile, “not/adım/basamak” ile bu kadar ilgileniyorsam bu şans eseri olmadı. Bu, lalangue’ın herhangi bir şekilde bir miras teşkil ettiği anlamına gelmiyor. Şurası çok açık ki, bu şekilde, kendi hususiyeti içinde, lalangue konuşulmuştur ve ayrıca hal böyle olunca duyulmuştur da, ardından bir şeyler rüyalarda, her türden hatada, konuşmanın bütün şekillerinde meydana gelecektir. Eğer bu sözcüğü ilk kez kullanmama izin verirseniz, bilinçdışı bu moterialism’in[4] içinde kök salar. Burada söylediğim şey şu: kişiyi beslenmenin başka bir yolunu bulmaktan alıkoyan şey, biraz önce semptom dediğim şey yani, tam da burada ikamet eder.
Psikanalize Giriş Dersleri’ni biraz okuyun, Freud’un Vorlesungen’ini –eminim bu çok sık başınıza gelmiyordur. Orada semptom üzerine iki bölüm var. Birinin adı Wege zur Symptom Bildung [Semptom Oluşumunun Yolları], bu 23. bölüm, bir de adı Der Sinn, anlam, semptomların anlamı olan 17. bölümü göreceksiniz. Eğer Freud herhangi bir katkı yapmışsa, işte o budur. Yani semptomların bir anlamının olması ve bu anlamın ancak geçmiş deneyimlerin bir işlevi olarak doğru biçimde –“doğru biçimde”, öznenin bazı şeyleri bıraktığı anlamına gelir- yorumlanabilecek olmasıdır, şöyle ki öznenin bugün adlandırdığım cinsel gerçeklikle, daha fazlasını ya da daha iyisini söyleyebilmek olası olmadığından, karşılaşmasından dolayı bu böyledir.
Freud bunun üzerine çokça vurgu yaptı. Ve bilhassa, çocuğun ilk başta bu cinsel gerçekliği kendi bedeninde keşfetmesi bağlamında, “otoerotizm” teriminin vurgulanmış olmasına ihtiyaç olduğunu düşünüyordu. Kendime buna katılmama iznini veriyorum –ki bu her gün olmuyor- ve bunu Freud’un kendi çalışması adına yapıyorum.
Eğer Hans vakasını yakından çalışırsanız, onu başka nasıl adlandıracağını bilmediğinden, Wiwimacher dediği şeyin kendi çemberinin içine nasıl dahil edildiğini göreceksiniz. Başka bir deyişle, şeyleri sessizce kendi adıyla adlandırmak için, Hans’ın ilk ereksiyonları vardır. Bu ilk keyif [jouir], tabiri caizse, herkeste kendini ortaya koyar. Eğer bu herkes için doğru değilse, nasıl olur da herkeste doğrulanabilir? İşte bu tam tamına Freud’un katkı yaptığı nokta –bunun varlığının belirli kişilerde doğrulanması, bunun üzerine bilinçdışıyla en yakın bağlantılara sahip olan bir şeyler inşa etme konumunda olmak için bizim için yeterli. Bilinçdışı bir keşif olması açısından bir icattır ki bu da belirli varlıkların sahip oldukları kendi ereksiyonlarıyla karşılaşmalarıyla ilişkilidir.
Varlık, ona böyle diyoruz, çünkü farklı biçimde nasıl söyleyebileceğimizi bilmiyoruz. Bunu “varlık” kelimesi olmadan yapabilseydik daha iyi olurdu. Geçmişte bazı kişiler buna çok hassastı. Malum Saint Thomas Aquinas –o kutsal bir adamdır [saint homme] ve hatta bir semptomdur [symptôme]- De ente et essentia [Varlık ve Öz Üzerine] diye bir şey yazmıştı. Bunu okuyun diye öneremem, çünkü yapmayacaksınız, ama bu metin çok keskin zekâlıdır. Eğer bilinçdışı diye bir şey varsa, bu şu anlama gelir: kişi onu yapmak amacıyla yaptığı şeyi bilmek zorunda değildir ve bunu yapmak için ne yaptığını tam anlamıyla bilmek zorunda değildir. Belki de buradaki biri De ente et essentia’yı okuyacaktır ve çok başarılı olan bu kutsal adamın, bu semptomun ne olduğunu görecektir –varlık öyle kolayca ele geçirilemez, ne de öz.
Tüm bunları bilmeye gerek yok. Bilinmesi gereken belirli varlıkların, onlara ne derseniz deyin, kendi ereksiyonlarıyla karşılaşmalarının hiç de otoerotik olmadığıdır. Bu en hetero şeydir. Kendilerine şöyle sorarlar, “Ama bu ne?” Ve zavallı Hans’ın ondan başka bir şey düşünmediği ve dünyadaki bütün nesnelerin en dışsalında cisimleşen bu şeyi çok fazla merak ederler, yani yere toynağını vuran, çifte atan, devrilip yuvarlanan ve yere düşen atta cisimleşen bu şeyi. Bu at gelir ve gider, at arabasının rıhtım boyunca çizdiği belli bir yol vardır, bu geliş gidiş onun için pençesine düştüğü her şeyin en ibretlik örneğidir, ama bundan, bu olgudan kesinlikle hiçbir şey anlamaz, emin olun, onun belirli tipte bir annesi ve yine belirli tipte bir babası vardır. Onun semptomu bu ifadedir, bu reddin anlamının ifadesidir.
Bu red “otoerotizm” olarak damgalanmayı hak etmez, bu kadar şeyden sonra yegâne bahane bu Wiwimacher’in onun üzerine, belinin altında bir yerlere yapışıp kalmış olmasıdır. Bu Wiwimacher’den kaynaklanan keyif Hans’a yabancıdır –öyle ki bu fobisinin kökenidir. “Fobi”, onun durumu hakkında endişeli hale gelmiş olduğu anlamına gelir. Babası aracılığıyla Profesör Freud’un müdahalesi tümüyle sahtedir ve sadece tek bir faydası vardır –o işe yaradı. Hans küçük pipisine sahip olarak sonuca ulaşır, bunu başka birinin –yani küçük kız kardeşinin- dünyaya gelmesi aracılığıyla yapar.
Küçük Hans vakasını kısaltıyorum. Ona sadece giriş yapıyorum, tam bir cehalet içinde olduğunuzdan, bugünün tamamıyla doğaçlama olmamasına bir neden görmüyorum. Bugün sizin için hazırlamış olduğum her şeyi sesli biçimde okumaya vakit ayırmayacağım. Geçen yüz yılın sonuna doğru, insanların söylediği gibi, bir dahi olmayan, ama aynı benim gibi açık sözlü bir embesil olan, biriyle birlikte ne olduğunu yalın biçimde aktarmak istiyorum.
Freud şunu gözlemledi: Öyle şeyler var ki, hiç kimse konuşan bir öznenin onları bilmeksizin bildiğini söyleyemez. İşte orada vurgulanmış şeylere sahipsiniz. Bu nedenle gösterenden ve onun gösterilen etkisinden [effet de signifié] konuştum. Doğal olarak, gösterenle birlikte sorunu tamamen tüketmiş değilim. Gösteren, dilde maddileşen bir şeydir. Şu işe bakın ki, gösteren sıfatıyla, bir ses yoluyla nasıl havlayacağını öğrenmiş olan biri diğerinden farklı türler var. Olivier Flournoy bana Spitz’in yayınlamış olduğu bir makaleden bahsetti. Havlama ile ilişkisinin nasıl ortaya çıktığını görmeye çalışmak için onun On the Birth of Speech’ini okuyun. Havlama ile insan varlığının bir şey söylemeyi becerebildiği sondaki olgu, yani aşağılanmış varlık, humus varlık ya da nasıl adlandırırsanız adlandırın, arasında cehennemi bir boşluk var. İnsan varlığı sadece onu söylemekle kalmaz, ama dahası bu ülser, ki ben bunu dil olarak tanımlıyorum, çünkü başka nasıl adlandıracağımı bilmiyorum, bu ülseröz dil başlangıçtan itibaren bir tür hassasiyeti ima eder.
Birkaç küçük çocuğu, sadece benimkiler olsalar da, yakından gözlemledim. Bir çocuğun bir cümleyi düzgün biçimde kurabilmesinden önce –belki de, henüz değil– konuşması olgusu, her şeyin elekten geçirilmesi aracılığıyla, dil selinin geçtikten sonra arkasında bir şeyler bırakması vasıtasıyla onda bir şeyler olduğunu kanıtlar, onun oynayacağı bazı artıklar kalır, aslına bakılırsa bunlarla baş etmeye zorlanacaktır. Devamında, baş başa kaldığı şey bu yansıtılmamış aktivitedir –bu molozdur, çünkü o prematüredir, onu korkutacak ilave başka sorunlar olacaktır. Bu sayede, adeta, bu cinsel gerçekliği ve dili kaynaştıracaktır.
Ecrits’de, Die Bedeutung des Phallus’un çok kötü bir çevirisi var, fallusun anlamıyla ilgili ortaya koyduğum, bir takım mütevazı denklemleri ilerletmeme izin verin.
Psikanalizin psikolojiye hiç bir teşvik sağlamamış olması şaşırtıcı. Freud elinden gelen her şeyi yaptı, ama tabii ki psikologlar sağır. Bu şey sadece psikologların sözlüğünde var –böylesi bir psişe bir bedene yapışmış gibi. Niçin şeytan [diable], bir kelime oyununa izin verirseniz, niçin şeytan insanla çift [double] olmasın? Bir bedene sahip olmasının yeterince gizemi saklaması olgusu biyolojiye giden yolu açarak, soma ve germ arasında idare eder bir farklılaşma yaratarak rehberlik etti. Niçin şeytan bu çelimsiz psikolojiyi aklımızdan çıkaramadı ve niçin fallusun Bedeutung’unda tek tek anlatılan bu şey var? Bunu, hiçbir eşdeğeri olmaması üzerinden, anlamlandırma [signification] olarak çevirmek zorunda kaldım. Bedeutung, anlam etkisi bakımından Sinn’den farklıdır ve gerçeğe bir ilişki teşkil eder. Psikanaliz varolduğundan bu yana, niçin bu düzeyi muhatap almış olan sorulara sahip değil? Niçin bu sözde varlık adına dünya denen bu şeyde boy gösteriyor, niçin bu “kendisinden keyif alıyor” [“se jouit”]? İnsanın orada varolduğunu bahane ederek bu ayrıcalıklı cennetten çıkma bedeni hayal edebiliriz ve belli bir açıdan bu doğrudur da –içinde yaşanan başka dünyalar olmaması şartıyla.
Az önce söylediğim gibi, “cinsel gerçeklik”te insana özgü olan şey kadın ve erkek arasında içgüdüsel ilişki olmamasıysa bu sizde meydana gelmiyor mu? Bütün erkekler her kadını tatmin etmeye uygun mudur? Erkeğe neyin gayet uygun olduğunu tayin ederek, onun bütün/tam fikrini doğal olarak hayal ettiği göz önüne alınırsa, bütün erkekler için bunun doğru olduğunu gösteren hiçbir şey yoktur. Aslına bakılırsa bu, diğer hayvanlarda işlerin nasıl olduğunun kuralı gibi görünmektedir. Açıkçası, her erkek her kadını tatmin edemez, ama bu sadece bunu yapmaya ya da yapmamaya uygunlar mı değiller mi sorusudur. Erkek bunun hayaliyle yetinmek zorundadır. Hayaliyle yetinmek zorundadır çünkü şurası çok açık ki işler, Kadın’ı geçtim, her kadını tatmin edememekle bitmez –Kadın Özgürlük Hareketi’nden birileri şu anda buradaysa onlardan özür dilerim-, Kadın yoktur [Woman does not exist.]. Kadınlar vardır, ama Kadın erkeklerin bir rüyasıdır. [There are women, but Woman is a dream of men.]
Erkeğin sadece biriyle, hatta birkaçıyla, mutlu olması boşuna değil. Bu böyle, çünkü o ötekileri arzulayamaz. Niçin ötekiler için arzuya sahip değil? Çünkü onlar, eğer böyle söylemem caizse, erkeğin bilinçdışıyla uyumlu değiller.
Bu sadece Kadın yoktur demek değil, bir süre önce tanımlamış olduğum ve şimdi size tekrarladığım, varlık olarak Kadın, tüm-olmayan [pas-toute] olarak kadın da yoktur. Bu iş ilerilere gider, ve Kadın Özgürlük Hareketi’nin üyelerinin inandıklarının aksine erkekten kaynaklanmaz, kendilerinden kaynaklanır. Onların tüm-olmamaları kendi içindedir; yani onların kendi kendilerine genelleyebilecekleri borçları yoktur. Bunu parantez içine alarak söylüyorum, ne de hatta fallusmerkezci genellemeye [bir borçları vardır.]
Kadının erkek için bir nesne olduğunu söylemedim. Tam tersine, söylemiş olduğum şey, burada erkeğin bununla nasıl baş edeceğini asla bilemediği bir şey olduğu. Başka bir ifadeyle, erkek yaklaştığı her ne olursa olsun başını daima derde sokar –çünkü ya hata yapmıştır ya da kadın onun için kesinlikle tektir. Ama erkek ancak iş işten geçtikten sonra, olaydan sonra durumun farkına varır.
Bu, fırsat oldukça üzerine konuşmuş olduğum ve Lagache’ın tam anlamıyla psikanalizin canına okuduğu [a là gâché] ünlü ve ezeli Psikanalizin Dili’nde çok berbat şekilde aktardığı “après coup”nun, “olaydan sonra”nın anlamlarından biridir. Peki, her neyse, o kadar da kötü değil, abartmayalım. Muhtemelen onu ilgilendiren tek şey bu söylediğim lagache etmekti. Zaten, neden onu lagache etmeyecekti ki?[5]
Her konuda haklı olduğumdan kesinlikle emin değilim. Sadece emin olmamam da değil, ama gerçekten Freudcu bir tutumum var. Bu son nokta, uygun bir fırsatta, sistemimi gözden geçirmeme neden oldu, sizden ricam onu bir araya getirmeniz, daha fazlası değil. Bütün söyleyebileceğim bu, kuşkusuz aptallığım yüzünden, bu henüz gerçekleşmedi.
İşte buradasınız. Şimdi sizin için bitti.
Bütün bu gevezeliklerden sonra, elde etmiş olduğunuz [ya da paçayı kurtardığınız] şeyi bilmek ten çok mutlu olacağım.
Sorular ve Cevaplar
Jacques Lacan: Sorusu olan her kim varsa onu sorusunu sormaya yüreklendirmek için, yakalaması gereken bir tren olan birisi hakkında bir şey söylemek istiyorum izninizle, nereye olduğunu bilmiyorum…
- Lozan’a.
- Kim olduğunu biliyor musunuz?
- Bovet.
- Bu isim bana yabancı gelmedi. Dr. Bovet bana konuşma tarzı açısından, iyi olduğunu düşündüğüm bir soru sordu. Hangi noktaya kadar, dedi bana, kendinizi ciddiye alıyorsunuz? Fazla ehemmiyet veremeyeceğim türde bir soru değil. Kötü değil, ve umarım sizi yüreklendirecektir. Öğretimimin yirmi ikinci yılında olmak, bu kadar uzun süre buna devam etmek kendimi ciddiye aldığımı gösteriyor. Cevap vermedim, çünkü onun yakalayacağı bir tren vardı. Ama bu soruya zaten cevap vermiştim, örtük olarak, ciddiyi [le sérieux] serilerle [la série] tanımlayarak. Matematiksel bir seri, ister yakınsak ister uzaksak olsun, bir şey anlamına gelir. Duyurduğum şey tam tamına aynı düzendedir. Git gide, yakınsak bir seri inşa etmeye, daha da yakınlaşmayı deniyorum. Başarılı mıyım? Haliyle, biri büyülendiğinde… Ama ıraksak bir dizi bile ilginçtir, o da kendi usulünce yakınsamaktadır –bu, matematik hakkında bir fikir sahibi olan insanlar içindir. Bu, Dr. Bovet’yi ilgilendirdiği için, rica etsem biriniz cevabımı ona iletebilir mi?
Dr. Cramer: Eğer sizi doğru anladıysam, çocuğa konuşanın anne olduğunu söylediniz, oysa halâ çocuğun onu duyması gerekiyor. İşte bu ‘oysa halâ çocuğun onu duyması gerekiyor’ üzerine bir soru sormak istiyorum.
Lacan: Evet!
Dr. Cramer: Bir çocuğu duyabilir yapan nedir? Bir çocuğu, ona annesinin öğrettiği simgesel düzenin alıcısı yapan nedir? Çocukta içkin bir şey mi var?
Lacan: Söylediklerimde bunu ima ettiğimi düşündüm. İnsan dediğim varlık esas olarak bir konuşan varlıktır.
Dr. Cramer: Ve bir varlık da duyabiliyor olmalı mutlak surette.
Lacan: Ancak duymak konuşmanın bir parçasıdır. Bahsettiğim belki’yi, henüz değil’i ilgilendiren şey, başka örnekler verilebilir, konuşmanın yankılanışında yapısal bir şeyler olduğunu kanıtlıyor. Şurası çok açık ki, bu benim deneyimimin özgünlüğüyle bağlantılı. Bir kişi analize girdiği andan itibaren daima duyduğunu gösterir. Emin olun ki, sorduğunuz hiçbir şey duymayan kişiler olup olmadığı sorusu düşündürücü bir soru, ama bunu hayal etmek zor. Belki de siz bana anlatabilirsiniz sadece bir lak lak duyan kişileri, yani etraflarında sadece gevezelik olanları.
Dr. Cramer: Otizmi düşünüyordum örneğin. Alıcının yerinde olmadığı ve duymanın işlemediği bir durum olabilir.
Lacan: Adının da işaret ettiği gibi, otistikler kendilerini duyarlar. Onlar pek çok şey duyarlar. Normal olarak bu halüsinasyona yol açar ve halüsinasyonlar daima az ya da çok ses şeklindedir. Bütün otistikler ses duymaz, ama onlar bir sürü şeyi telaffuz eder ve telaffuz ettikleri, onların bunu duydukları yeri keşfetmekle ilgili bir meseledir. Otistikleri görüyor musunuz?
Dr. Cramer: Evet.
Lacan: Peki, otistikler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Dr. Cramer: Tam olarak bizi duymuyorlar, takılıp kalıyorlar.
Lacan: Ama bu tamamen başka bir şey. Onlarla ilgilenmek için söylemeniz gerekenleri duymazlar.
Dr. Cramer: Ancak aynı zamanda onları duymakta da güçlük çekiyoruz. Onların dili kapalı bir şey olmaya devam ediyor.
Lacan: İşte tam da bizi onları duymaktan alıkoyan şey bu. Onlar sizi duymuyorlar. Ancak, nihayetinde, kesinlikle onlara söylenecek bir şey var.
Dr. Cramer: Sorumun devamı da var. Simgesel –kestirmeden giderek sorarsak- öğrenilebilir mi? İçimizde simgesel için, simgesel mesajı almak ve onu entegre etmek için bizi hazır hale getiren, doğuştan gelen bir şey var mı?
Lacan: Söylediğim her şey buna işaret ediyor. Bu, tabiri caizse, otistikte ya da şizofrende niye bir şeyin donduğunu bilme meselesidir. Ama onların konuşmadığını söyleyemezsiniz. Onları duymakta, söyledikleri noktayı kavramakta sorun olması, bu kişileri laf ebesi olmaktan esirgemez.
Dr. Cramer: Dilin sadece sözel [verbal] değil sözel-olmayan [non-verbal] olduğunu da tasavvur ediyor musunuz? Jestlerin dili, örneğin?
Lacan: Bu soru çok uzun zaman önce Jousse diye biri tarafından sorulmuştu, yani jestlerin dilden önce gelmesi. Dilin özgün bir şeye sahip olduğunu düşünüyorum. Sözel yapı tamamen özgündür ve bunun için kanıtımız var, çünkü sağır dilsiz diye bilinen kişiler hiçbir şekilde anlamlandırıcı bir jest olmayan bu tür bir jesti yapabiliyorlar. Sağır dilsiz örneği, bu zafiyetten [infirmity] etkilenenlerde bile, bir dil eğilimi olduğu olgusunu açıklamaktadır –bana göre “zafiyet” kelimesi tamamen buraya özgü görünüyor. Böyle önemli bir şey olabileceği konusunda bir algı var. İşaret dili gösterene bir yatkınlık kazanılmadan düşünülebilir değildir, bedensel zaafiyet her ne olursa olsun. Gösteren ve gösterge/işaret arasındaki farktan bahsetmemiştim.
- Flournoy: Az önce bahsettiğiniz fark üzerine belki biraz daha açıklama yaparsanız Bay Auber’in mutlu olacağını düşünüyorum.
Lacan: Gösterene özgü olan şey, bu büyük bir soru. Gösterge/işaret tipik olarak, az çok haklı biçimde, dışsal denebilecek bir tezahürler döngüsü içinde bulunur. Bu ateş olmayan yerden duman çıkmaz’dır. Gösterge/işaret çabucak böyle kavranabilir –eğer bir ateş varsa, demek ki birisi onu yakmıştır. Ormanın herhangi bir kimsenin sorumlu olmadığı bir şekilde yanması olayından sonra da bu söylenebilir. Gösterge/işaret daima, çabucak, özneye doğru ve gösterene doğru kayar gider. İşaret hızlıca kasıtlı olarak kavranır. O, gösteren değildir. Gösteren başlangıçtan beri bir gösteren olarak algılanandır.
Söylenenlerin seyri içinde, kadın hakkında yaptığınız bazı değerlendirmeleri çok hoş buldum. Mesela, “Kadın yoktur, kadınlar vardır. Kadın erkeğin bir rüyasıdır” gibi.
Lacan: Bu bir rüya çünkü erkek daha iyisini yapamaz.
Ya da, “Kadın erkeğin nasıl baş edeceğini asla bilmediğidir”. Bana öyle geliyor ki konuşmanızın başlığında semptomdan bahsediliyordu ve şöyle bir izlenim edindim, kadın erkeğin semptomudur.
Lacan: Bunu seminerimde yazdım.
Buna karşılık olarak erkeğin kadının semptomu olduğu söylenebilir mi? Bu şu anlama gelir mi, küçük kız ve küçük oğlan annenin ilettiği mesajı, simgesel mesajı, göstereni aynı şey olarak mı alacaklar, çünkü bunu ileten, kız ya da erkek fark etmeksizin, annedir? Burada bir karşılıklılık var mı ya da bir kişinin kaçıp kurtulamayacağı bir farklılık var mı?
Lacan: Elbette bir farklılık var, ki bu erkeğin garip bir kuş olduğunu kadınların çok iyi anlamaları olgusundan kaynaklanıyor. Bunu kadın analistler düzeyinde değerlendirmelisiniz. Kadın analistler daha iyidir. Onlar erkek analistlerden daha iyidirler.
Cinsiyet-aşkın [trans-sexual], çiftecinsiyetli bir şey olma özelliğini taşıyan gösterenle olan bu ilişki nihai olarak nedir?
Dinleyici: Kadınlar daha iyi analistler. Ne açıdan daha iyi? Nasıl daha iyi?
Lacan: Çok daha aktif oldukları açık. Bir şeyi kavramanın kanıtını veren çok fazla analist yok. Kadınlar ilerleme kaydediyor. Sadece Melanie Klein’a bakmanız gerekiyor. Kadınlar buna katlanıyor ve insanlardaki bebeğin ne hissettiğini tamamen doğrudan anlarlar. Erkekler kaba bir parçalamaya gereksinirler.
Dinleyici: Erkekler de çocuk sahibi olmak ister.
Lacan: Bazen, onlar da çocuk sahibi olmak ister, bu doğru. Zaman zaman, daima oldukça özgün nedenler yüzünden, anneyle özdeşleşen erkekler vardır. Sadece bebek sahibi olmak istemezler, bebeği karınlarında taşımak da isterler, bu epeyce yaygındır. Kendi analitik deneyimimde böyle, oldukça açık, bunu formüle edebilecek beş altı vaka gördüm.
Bay Vauthier: Bir analist olarak, psikosomatik hastalarıyla yakın bir temas kurma olanağına sahip oldunuz mu? Onlarla ilişkili olarak gösterenin konumu nedir? Onların simgesele girişle ilişkilerindeki konumları nedir? Onların simgesel düzene temas etmemiş oldukları izlenimi var ya da ona nasıl kanca attıkları bilinmiyor. Bu sorunu nasıl ortaya koyduğunuzu bilmek isterim, bu tür hastalara uygulanabilecek bir formülünüz var mı bilmek isterim izninizle?
Lacan: Kesinlikle bu en keşfedilmemiş alanlardan biri. Halâ, yazılı düzendeyiz. Çoğu vakada bunu nasıl okuduklarını bilmiyoruz. Burada yazılı olan kavramını işe dahil etmek için bir şey söylenmeliydi. Her şey sanki bir şey bedene yazılıymış gibi, sanki bir muamma olarak verilen bir şey varmış gibi oluyor. Analistler olarak bu hisse sahip olmamız hiç de şaşırtıcı değil.
Peki, biri yazdıklarını nasıl söyler? Orada, bana öyle geliyor ki, bir kopma var.
Lacan: Bu çok doğru. Mistiklerin şeylerin imzası dediği şey var, okunabilen şeyler var. Signatura signum anlamına gelmiyor mu, değil mi? Kafamız karışıkken okunacak bir şeyle karşılaşacağız.
Bay Nicolaidis: Nevrotik kendisini alfabetik bir dilde ifade ederken, buna karşın psikosomatiğin kendisini hiyeroglifik bir dilde ifade ettiği söylenebilir mi?
Lacan: Bu Vico’dur.
Asla ilk söyleyen yoktur.
Lacan: Elbette, asla ilk söyleyen yoktur, daima bunu söylemiş olan birisi vardır.
Yine de psikosomatik hakkında konuşmadı.
Lacan: Vico mu? Mümkünatı yok. Ama sonra, bu açıdan şeye gelir. Evet, bir kartuş[6] olarak, özel ismin taşıyıcısı olarak telakki edilen beden. Bu, Viko’nunkinden biraz daha gelişkin bir hiyeroglif fikri olurdu. Hiyerogliflerden bahsettiğinde kendi zamanı için çok gelişkin bir fikirden bahsediyor gibi durmuyor –Scienza nuova’yı okudum.
- Flournoy: Kadın arkadaşlarımıza sözü vermek istiyorum. Bayan Rossier. Cinsiyetler arası diyalog yapalım.
Bayan Rossier: Siz psikosomatiği konuşurken, tartışırken, yazılı bir şeyi [d’écrit] ağlama/çığlık [des cris] anladım. Ve psikosomatiğin bedenindeki kitabenin/yazıtın sözlü bir şeyden çok bir çığlığa, ağlamaya benzeyip benzemediğini merak ediyorum ve bu yüzden onu anlamakta güçlük çekip çekmediğimizi. O, tekrarlayıcı ama az-gelişmiş bir çığlık. Bir hiyeroglifi hiç düşünemeyeceğim, zaten bana çok daha karmaşık görünüyor.
Lacan: Psikosomatik bir hastalık, oldukça karmaşıktır ve bir çığlıktansa bir hiyeroglife daha çok benzer.
- Flournoy: Ve kaldı ki, bir çığlığı tercüme etmek korkunç derecede zor.
Lacan: Doğru.
Bay Vauthier: Bir göstereni bir çığlığa bağlama var daima. Oysa iş psikosomatiğe gelince, ona bir göstereni bağlamayı becerebilmek çok arzulanan bir şey.
Lacan: Freud belirli bir anda çığlıktan bahseder. Sizin için tekrar bulmam gerekecek. Freud çığlıktan bahseder, ama çığlıktan hiçbir şey gelmez.
Bayan Y: Yazılı kelime ve sözlü kelime arasındaki fark nedir? Bu mesele üzerine bazı düşüncelere sahip olduğunuz izlenimini verdiniz.
Lacan: Kesin olarak burada aslında çarpıcı bir boşluk var. Bu ortografi nasıl varoluyor? Dünyadaki en afallatıcı şey bu ve dahası bu, konuşmanın kendi açılışını açık açık yazıyla yapmasıdır, yazı aracılığıyla ve yegane biçimde yazıyla, rakamlar [les chiffres] denilen yazı, çünkü hiç kimse sayılardan konuşmak istemiyor. Bir süre önce bir soru olarak gündeme getirilenle aynı düzende olan, içkin bir şeyin düzeninde olan bir şey var. Gösterendeki beden bir iz bırakır ve bu Bir’in izidir. Freud’un özdeşleşme üzerine olan makalesinde[7] yazdığı einziger Zug’u tekli olma özelliği olarak çevirdim. Yazılı olan sorusunun tamamı işte bu tekli olma özelliği etrafında döner. İster Mısır ister Çin hiyeroglifi olsun işte bu bakımdan aynıdırlar. Daima bir özelliğin biçimi sorunu vardır. İkili numaralandırmanın sadece birlerle ve sıfırlarla olması boşuna değildir. Soru bu seviyede değerlendirilmelidir –psikosomatikte bulunan jouissance ne tür bir jouissance’dır? Eğer donmuş gibi bir metafor kullandıysam, bunun nedeni gerçekten de sabitlenme [fixation] türlerinin olmasıdır. Freud’un Fixierung terimini kullanması da boşuna değil –çünkü beden kendisini sayıların düzeninde bir şeyin yazılmasına bırakır.
Bay Vauthier: Paradoksal bir şey var. Jouissance kelimesinin bir psikosomatik ile birlikte tekrar anlam kazandığı izlenimi edinildiğinde, o artık psikosomatik değildir.
Lacan: Tamamen katılıyorum buna. Bu açıdan bakıldığında, psikosomatiğin sahip olduğu sabitlenmedeki spesifik jouissance’ın açığa çıkarılması, psikosomatiğe en başta gelen yaklaşım olmalı. Bu, bilinçdışının, bilinçdışı keşfin bir miktar kullanılabileceği umudunun ortaya konduğu noktadır. Ona, bir dereceye kadar, onunla ilgili olanın anlamını sağlayabileceğimizi umuyoruz. Psikosomatik, yine de, temelde derin biçimde imgesele kök salmış bir şeydir.
Bay Z.: Soll ich werden’in, “düşünüldü” [“il est pensé”] çalışmasıyla az ya da çok suretini çıkarttınız. Düşünen, yeniden düşünen, enine boyuna düşünen, her durumda “düşünüldü”yü de kapsayan obsesyonelin söylemini düşünüyorum. Bu “düşünüldü”, aynı zamanda “harcanmış” [“dépensé”] olarak anlaşılabilir mi, yani şu anlamda yüksekten alçağa düşmek, demonte etmek, yerinden çıkartmak ve son olarak statüsünü düşürmek olarak anlaşılabilir mi? “Harcanmış”ı “düşünüldü”ye iliştirebilir miyiz?
Lacan: Bunun obsesyonla çok büyük bir ilişkisi var. Obsesyonel haddi zatında düşünen birisidir. Obsesyonel tamahkarca düşünür. Obsesyonel kapalı bir döngünün içinde düşünür. Obsesyonel sadece kendisi için düşünür. Bu deyimi bana esinlemiş olan obsesyoneldi. Obsesyonelle olan yakınlığı çok iyi tanımış olmalısınız, çünkü ben kendim söylemedim.
Bayan Vergopoulo: Seminerinizde, zamanla ilgili bir şey bana çok çarpıcı geldi. Şeyin zamanı kavramı. Aktarım çerçevesinde konuşmanın sadece konuşma olarak bir değeri olduğunu söylüyorsunuz, ne duygu olarak, ne yansıtma ne de yer değiştirme olarak değil. Şunu söylemek zorundayım, aktarımdaki konuşmanın anlamının ne olduğunu tam anlamadım?
Lacan: Neyin cevabını arıyorsunuz? Bu kavram ve zaman arasındaki ilişkinin mi?
Bayan Vergopoulo: Geçmişteki konuşma ve güncel konuşma arasındaki ilişki üzerine sorum. Aktarımda, eğer yorum doğru şekilde yönlendirilirse, bunun nedeni geçmişteki konuşma ve güncel konuşma arasındaki bir denk düşmedir.
Lacan: Ara sıra bazı girişimlerde bulunmak zorunda kalıyorum. Zaman kavramının Hegelci bir düşünce olup olmadığı gibi. Ama öyle oluyor ki, benim Yazılar‘daki [Écrits] bir şeyde, Mantıksal zaman ve beklenen kesinlik iddiasında, mantıkta acelenin işlevinin altını çizdim, yani bir kişi, bir noktada bir şeyi sonuçlandırmak zorundaysa belirsizlik durumunun içinde kalamaz. Orada, zamanı mantığın kendisine düğümlemeyi denedim. Üç zaman ayırt etmiştim, ama bu biraz eskide kaldı, çok uzun zaman önce yazdım, savaştan hemen sonra. Bir noktaya kadar, kişi daima çok yakında sonuçlandırmalıdır. Ancak bu çok yakın basitçe çok geçten bir kaçınmadır. Bu kesinlikle altta yatan mantıksal bölgelerle bağlantılıdır. Bütün fikri, evrensel fikri zaten çoktan dilde gösterilmiştir. Evrenselin reddi Aristo tarafından karalanmıştır ve o bu reddi yadsır, çünkü evrensel onun düşüncesinde elzemdir. Belli bir ihtimalle ilerleyebilirim, o da şu, Aristo’nun bunu reddetmesi olgusunun mantıksal olarak zorunluluk olmayan karakterinin bir ipucu olduğu. Gerçek şu ki sadece yaşayan bir varlıkta mantık vardır.
Bay Melo: İlk cevabınızda ciddiyet kelimesiyle başladınız ve serilerle devam ettiniz. Bu peşpeşe bir seri hastayı birbiri ardına dizmek olan bu sözcük serisine tepkimizle vuruldum. Otistik, obsesyonel, psikosomatik vardı ve Kadın vardı. Bu bana, sizin buraya bize konuşmak için ve bizim de sizi dinlemek için geldiğimiz gerçeğini düşündürdü. İşte benim sorum. Aktarım ve karşı-aktarım arasında güç düzeyinde yerleşmiş bir fark olduğunu düşünmüyor musunuz?
Lacan: Bu gücün hiçbir zaman saf ve basit bir zorlamaya dayanmadığını göstermek kolaydır. Güç her zaman konuşmaya bağlı bir güçtür. Öyle oluyor ki, çok uzun zaman bir şeyleri inekleyip öğrendikten sonra, insanları gevezeliğimle çekiyorum, bu gevezelikle ilgili şurası çok açık, eğer bir seri halinde olmasaydı, bir yerlere doğru gitmeseydi böyle bir güç olmazdı. Yine de bu çok alışılmadık bir güç. Bu emreden bir güç değil. Kimseye emir vermedim. Fakat bütün siyaset, tüm dünyanın “Marş! Marş!” diyen birisine sahip olmaktan çok mutlu olduğu gerçeğine dayanır -üstelik ne derse desin. İlerleme fikrinin özü, kişinin bunun bir zorunluluk olduğuna inanmasıdır. Konuşmadaki en orijinal şey bu, ki bunu şematize etmeye çalıştım –bunu Radiophonie adlı metinde bulacaksınız ve nerede söylediğimi hatırlayamıyorum şu anda. Bu maître[8] söyleminin yapısının bir sorunudur. Maître söyleminin özelliği, belirli bir noktada emir verme taklidi yapan birisinin, bir semblant’ın olmasıdır. Bu semblant karakteri bütünüyle önemlidir; D’un discours qui ne serait pas du semblant seminerlerimden birinin adı olarak sunulmuştu. Burada semblant işlevi görmekten mutlu olan birisi vardır, sonuçta herkesi sevindirir. Eğer birisi emir verme taklidi yapmasaydı, nereye giderdik? Ve gerçek bir rıza hükmünce taklit eden birinin olması gerektiği bilgisi üzerine, insanlar diğerleri gibi yürümeyi bilirler. Orada kavradığınız şey, anımsattığınız gücün gölgesinin bir parçasıdır.
- Flournoy: Doktor Melo’nun zikrettiği seri ile ilgili başka bir soru daha var. Psikozla alakalı olarak sizin ortaya attığınız “men etme” [forclusion] terimini insanlar kapsamını pek de iyi bilmeden kullanıyorlar. Sizi dinlerken kendi kendime psikotiğin men ettiği şeyin jouissance olup olmadığını sordum. Ama bu hakiki bir men etme meselesi mi yoksa bir men etme taklidi meselesi mi? Başka bir deyişle, psikanaliz bir psikotiğe erişebilir mi, erişemez mi?
Lacan: Çok çok güzel bir soru. Baba-nın-Adı’nın men edilmesi. Bu bizi başka bir aşamaya götürür, sadece Baba-nın-Adı’nın olmadığı bir yere, bu yerde Ad-ın-Babası’da var. Baba adlandırandır demek istiyorum. Tekvin’de, Adem’e hayvanlara ad koymasını söyleyen Tanrı’yı taklit edenlerin hepsi çok hoş bir şekilde anımsatılır. Her şey sanki iki aşamalıymış gibi meydana gelir. Tanrı’nın onların adlarının ne olduğunu bildiği varsayılır, çünkü, iddiaya göre onları yaratan odur ve sonra sanki Tanrı insanı test etmek istemiş ve her şey oluvermiştir, nasıl taklit edileceğini bilip bilmediğine bakın.
Joyce’da bununla ilgili bazı hikayeler var -Jacques Auber neyi ima ettiğimi çok iyi biliyor, değil mi? Joyce gou‘ya gouse, oua‘ya oua diyecek ilk kişiydi. Metinde her şeyin insanın grotesk bir konumda olduğuna işaret ettiği açıktır. Bana gelince, bunun yerine, dili icat edenin kadınlar olduğuna inanmaya meyilli olurdum. Dahası bu Tekvin’e anlamını veren şeydir. Kadınlar yılanlarla konuşurlar –yani, fallusla. O zamanlar onlar için yabancı [hétéro] olduğu göz önüne alındığında, fallus ile daha fazla konuşuyorlar.
Bu benim rüyalarımdan biri olsa da, yine de şu soruyu sormak mümkündür: bir kadın bunu nasıl icat etti? Buna ilgi duyduğu söylenebilir. İnanıldığının aksine, fallosentrizm Kadın’ın en iyi güvencesidir. Asla başka bir soru değil. Ayağı yılanın başında olan Meryem Ana’nın anlamı, onunla kendisini desteklediğidir. Bütün bunlar hayal edilmiştir, ancak yavan bir biçimde. Bu, en ufak bir ciddiyet kırıntısı olmadan söylenebilir, çünkü bütün bunları tekrar yerli yerine koymak için Joyce kadar çılgın biri gereklidir.
Joyce, kadınlarla olan ilişkilerinin kendi eşsiz şarkısı olduğunu çok iyi biliyordu. O, insanı, daha önce hakkında iddia edilenlerden farklı olan tek bir fazilete sahip bir şekilde konumlandırmaya çalıştı. Ama sonunda hepsi aynı eski hikaye: semptom.
En çok içine çekildiğim şey, işte bu sözde insan boyutu. Bu yüzden böyle bir kutsal Joyce-sinthom’dan [Joyce-le-sinthôme] bahsediyordum, tek bir noktada.
Dipnotlar
*Bu yazı 4 Ekim 1975 tarihinde Cenevre’de İsviçre Psikanaliz Derneği tarafından düzenlenen “Semptom” başlıklı konferansta Lacan’ın yaptığı konuşmanın metnidir.
[1] Bu derginin adı La psychanalyse’dir ve 1956 ile 1962 yılları arasında yedi sayı yayımlanmıştır.
[2] Konferansın deşifre metninin bu noktadaki parçası kayıptır.
[3] “Lalangue” tanımlık [article] ve ismi bir araya getiriyor.
[4] “Motérialisme”. Mot kelime anlamına gelmektedir. [Lacan burada “materyalizm”e benzeyen, maddiliğe gönderme yapan yeni bir kelime türetiyor.]
[5] Psikanalizin Dili, Jean Laplanche ve J.-B. Pontalis tarafından yazılmış olsa da, bu çalışmayı tasarlayan ve başlatan Daniel Lagache’dı.
[6] Eski Mısır hiyerogliflerinde önemli kişilerin adlarını içeren ve genelde hiyeroglifin altında yer alan bölüm. [ç.n.]
[7] Lacan burada Grup Psikolojisi ve Benliğin Analizi, SE, 18’e atıf yapıyor. Freud’un eserlerinin bir araya getirildiği Standart Edition’da (SE) “einziger Zug” tekil özellik olarak tercüme edilmiştir.
[8] Bildiğim kadarıyla, “maître” kelimesi Türkçeye “efendi”, “ana” ya da “temel” kelimeleriyle çevrildi genelde. Örneğin, “ana gösteren” ya da “efendi(nin) söylemi”nde olduğu gibi. Ana gösteren kulağa fena gelmiyor, “efendi gösteren” deyince sanki akıllı, uslu gibi şeyler de çağrıştırıyor. Efendi söylemine, “ana söylem” demek ise, en azından şimdilik, bana yakın gelmiyor. Bu yüzden “maître” kelimesini orijinal halinde bırakıp italik yapmayı tercih ettim, tabii uygun bir karşılık bulana kadar! [ç.n.]