Psikoz ve Otizmde Sözler
Konuşmak ne demek? Bazı otistiklerin tamamen sessiz olduğunu, bazılarının ise neredeyse hiç konuşmadığını biliyoruz. Bazı otistik çocuklar sadece sesleri ya da heceleri tekrar ediyor. Bazıları sadece homurtular çıkartıyorlar. Bazı otistiklerin ise konuşması ekolaliden ibaret, söylenen kelimeleri ve cümleleri tekrar ediyorlar. Yahut birçok otistik çocuğun ileri yaşlarda, yedi, sekiz ya da on yaşından sonra mekanik bir biçimde dahi olsa konuşmaya başladığı bilinen bir olgu. Söze, konuşmaya dair böylesi bir güçlük niye? Bu sunumda sizlere psikotik ve otistik çocuklarda söz ve konuşmayla ilgili temel bazı noktaları aktarmaya çalışacağım.
Jim Sinclair otistik bireylerin haklarından bahseden ve bu hareketin öncülerinden olan bir aktivist. L’Autisme Network International’a yazdığı mektupta şöyle söylüyor: “Otizm bir ek, bir ilave değildir. Otizm bir insanın sahip olduğu bir şey değildir ya da bir insanın içine hapsedildiği ‘kabuk’ değildir. Otistiğin ardında saklanan normal bir çocuk yoktur. Otizm bir olma biçimidir. O istila edicidir, her deneyime, her duyuma, her algıya, düşünceyi, hissi ve karşılaşmaya rengini verir. Bir kişiyi otizminden ayırmak mümkün değildir ve eğer bu mümkün olsaydı geriye kalan insan, baştaki insan olmazdı. Bu önemli, şöyle düşünün: Otizm bir olma biçimidir. Bir kişiyle otizmi birbirinden ayrılamaz”. Jim Sinclair kendisi de otizm tanısı almış birisidir ve 12 yaşına kadar konuşmamıştır.
Öyleyse, otizm nedir?
Otizm terimi, Freud’un oterotizmden ilham alan Bleuler’den geliyor. Bleuler’in otizmi, dışarıyla tüm bağlantının eksikliği ve içe kapanma anlamına geliyordu. “Autos” Yunanca kendi anlamına gelir ve bu terim psikotik öznenin kendi içine çekilmesini ifadesi eder.
Ama otizmi bir sendrom olarak ilk defa tanımlayan Amerikalı çocuk psikiyatristi Kanner’di. Otizmin, çocuğun doğumundan itibaren bir yetersizlikle kendisini ortaya koyan ve sosyal ortamın bağlantı kurmakta sorunlarla kendini gösteren ve şizofreniden farklı bir klinik olduğunu tanımladı. Kanner’in otizminin iki temel semptomu var: yalnızlık ve değişmezlik.
Yalnızlık ötekilere dair bir ilgisizlikle kendisini gösterir. İletişim yoktur, ötekine yönelen bir bakış yoktur, ötekiyle bir alışveriş yoktur. Çocuğun hiçbir beklentisi yoktur. Çocuk sanki ebeveynlerinin farkında değil gibidir. Sanki hiç kimse orada değil gibidir. Bir yandan da tüm fiziksel teması, sesi bir tehdit gibi, dehşet verici bir şey gibi deneyimler. Bu durumda ötekinin varlığı tahammül edilemezdir. Bazen hatta beslenme bile böyle algılanır.
Değişmezlik, otistik çocuğun dış dünyayı hareketsiz, tamamen aynı kalmak ve bir rutin içinde akmak zorundaymış gibi ele alışında kendisini gösterir. Her şey aynı yerinde durmalıdır ve aynı düzende ilerlemelidir.
Dilin işlevine dair Kanner sözün iletişimsel bir işlevi olmadığını söyler. Otistikler konuşmayı öğrenebilir ama kelimeler ve cümleler mekanik bir biçimde tekrarlanır. Otistik bir çocuk için dilin ne semantik değeri vardır ne de iletişim içinde bir alış verişi sağlayan bir araçtır.
Kanner şu soruyu sorar: Bu davranışların nedeni nedir? Bu daima sorgulanmaya devam eden bir sorudur: Biyolojik araştırmalar, genetik araştırmalar yapılıyor ve nörolojik açıdan açıklamalar araştırılmaya devam ediliyor.
Sonuç olarak Asperger ve Kanner her ikisi de otizmin, şizofreninin dışında ayrı bir antite olduğunda ısrarcıydı. Üstelik otizm tanısı gittikçe daha yaygın bir tanıya dönüştü. Bu da gerçekten otizmin psikozdan ayrılması gerektiğini ve bu gerekliliğin önemini gösteriyor.
Leo Kanner’in otizm tanımının üzerinden yaklaşık elli yıl geçti. Şimdi bir yanımızda DSM’nin otizm kriterleri var. Bir diğer yanda da size biraz önce aktardığım gibi otistik bireylerin otizmden bahsedişleri, yaşadıkları deneyime dair tanıklıkları var. DSM’nin kriterleri bellidir: Sosyal çekilme, iletişim sorunları, ritüeller; yani davranışlar üzerine odaklanmış kriterler. Bozukluk ve yetersizlik tanımlamalarıyla yetinmek mümkün mü? Yalnızca bu kavramsallaştırma ile otizm ele alınabilir mi?
Psikanaliz için üç temel yapı söz konusudur: nevroz, psikoz ve sapkınlık. Jean Pierre Drapier, Normal ve Patolojik Haset ve Kıskançlık (Envie et jalousie normales et pathologiques)[1] adlı makalesinde otizme dair şu tespitte bulunmuştu:
“Otizm yoktur, yani sınıflandırılmış olarak bir antite değildir, ne psikozlara dahildir ne de dördüncü bir yapıdır. Buna karşın otizmlerden bahsetmek belli bir tutarlılık sağlar ve otistik sendromlardan bahsetmek de öyle. DSM’nin otistik spektrumdan bahsedişinde olduğu gibi. Sonuç olarak depresif sendromlardan ya da depresif kişilerden bahsedilir ama bu onların kendi başına bir yapı oldukları anlamına ya da psikoz veya nevrozun bir alt bölümü oldukları anlamına gelmez. Bence otistik sendromları yapı-aşkın ya da yapı ötesi bir yapılanma olarak ele almak gerekir, yani yapının üstündedirler. Otizm yabancılaşmaya girmekte bir imkânsızlığın ya da engellenmenin üstünü örtmeye yarar.
Böyle düşünmenin iki avantajı var. Öncelikle, birbirinden farklı birçok mekanizmayı ve değişik şiddetteki mevcut kanıtı birbirine entegre etmeye olanak sağlıyor: metabolik nedenler, genetik mekanizmalar, diğer organik sebepler ve öznel mekanizmalar. Böylece, otistik durumdan çıkış yollarını daha iyi anlamak mümkündür: Bazen otizmden çıkış paranoya ile olur (Rosine ve Robert Lefort), şizofreni, normose hatta otizm (Jean-Claude Maleval). Bunların hepsi mümkündür: Eğer otistik durum yapının üstünde kurulmuşsa, öyleyse az çok nereden girilirse oradan çıkılır!”
Altını çizmek gereken nokta şudur: Analitik perspektif, neden her ne olursa olsun –psikolojik ya da organik ya da her ikisi– otistiklerle çalışma için bir perspektif sağlar. Organik, genetik ya da metabolik nedenler öznel acıları dışlamaz, bu yüzden de otistiklerin tedavisinin psikanalizde daima bir yeri vardır.
Peki, konuşan özne ne demektir?
Özne doğumda bir bedene sahiptir ama konuşan bir özne ile yeni doğan aynı şey demek değildir. Ötekinden gelen kelimeleri, gösterenleri yakalamaya başladığında konuşabilir tabii, ama gösterenlerin Öteki’nden gelmesi gerekir. Dilin Öteki’siyle bu ilişkide, özne bedeninden küçük bir şey kaybeder, jouissance’nın bir parçasını kaybeder. İşte bu nesne düştüğü için çocukça konuşmalar henüz anlamlı olmadan önce bile bir gösteren zinciri oluştururlar. Lacan’ın öğretisindeki kronolojik ve gelişimsel referanslar nadirdir. Lacan ayna evresini altı ay civarına konumlar; ayna evresi öznenin kendi imgesini üstlenmesi için onda gerçekleşen sürecin adıdır. Öznenin beden imgesiyle ilişkisini tarif eder. Annenin “bu sensin” adlandırmasıyla çocuk kendi imgesini ve bedeninin etrafını çizebilir. Bedeni üniter bir yapı olarak ortaya çıkar. Otistik beden imgesinden mahrum olduğundan o bedeni bir bütün olarak alımlayamaz. Yani ayna imgesinden yardım alamaz. O gerektiği gibi işlev görmemektedir. Bu işlev yerinde olduğunda ise bebek bir kez kendi imgesini üstlenebilirse, imgesel dünyadan yola çıkarak hem dünya hem de dünyanın nesneleri yerini bulabilir.
Ayna evresi sayesinde özne için ben, yani kendi beni ve onun dışı ayrı ayrı algılanabilir. Öyleyse ben, imgeden yabancılaşma aracılığıyla kurulur ve yabancılaşmanın bir sonucudur. İşte bu imgesel düzeyde sorunun yansıması otistikte bakışla ilgili meselelerde kendisini gösterir. Bakmama ve bakılmak istememe.
Otistik yabancılaşmanın kıyısında kalır ve otistik çocuklara dair tanının tam netleşememesi bundan dolayıdır. Otistik gösterenden yabancılaşmanın o kıyısında oluşla, oradaki sallanışla kendisini gösterir. Bir tarafta Öteki yoktur, diğer tarafta ise kötülük edecek bir Öteki vardır ve bakışı, sesi, dokunuşu, istekleri bunun işaretidir. Bir yandan ayrılma olmadığından nesne yoktur. Nesnenin olmayışı sosyal bağın olmayışı şeklinde tezahür eder. Yani hiçbir Öteki, talebin ya da dürtünün kaynağı değildir, sonuç olarak muhatabı da değildir.
Peki, Öteki ne demektir?
Öteki özneyi tanımlayan gösterenlerin geldiği yerdir. Ona simgeselin yeri de denebilir. Ama gösterenlerin yerini basitçe sözlük zannetmemek gerekir. Öteki, sözlük değildir çünkü gösterenlerin kaydedilebilmesi gerekir ve gösterenin kaydedildiği yer bedendir. Simgeselin ortağı ya da partneri yaşayandır. Öteki, gösterenlerin yeri, simgeselin mahalli de olsa tüm soruların cevabını veremez. Otomatik cevapları yoktur. Hatta o gizemlidir ve bu yüzden de ondaki arzunun ne olduğu üzerine bazı cevaplar farz edilir. Yahut nevrotik özne “Che vuoi?” yani “O benden ne istiyor?” sorusuyla karşılaşır.
Psikotik özne için Öteki vardır. Ama Öteki açısından otizm ve psikoz birbirinden farklıdır. Psikozda Babanın-Adı göstereninin men edilmesi söz konusudur. Bu babasal metaforun işlev görmemesi demektir. Bu yüzden de anne ile çocuk arasında ilişkiyi düzenleyemez. Bunun arzu ve yasa üzerinde sonuçları olur. Babasal işlev arzunun ve jouissance’ın düzenlenmesini sağlar ve onların fallusla ilişki içinde olmasını sağlar. Psikozda çocuk annenin fantazmının nesnesi olur. Psikotik için Öteki, jouissance’ın mahallidir. Paranoya da kötülük yapan bir Öteki vardır, paranoyak bu kötülük yapan Ötekinin jouissance’nın hedefidir. Schreber vakasını anımsarsak, o Tanrı’nın kadınıdır ve Tanrı ondan keyif alır. Bu Öteki’ni var etmenin bir yoludur. Şizofrenide ise jouissance şizofrenin bedenine konumlanır ve bedensel semptomlarla kendisini gösterir. Şizofren için Öteki anlamı sağlayan bir mercii olamaz bu yüzden ve özne kendisini, anlamın olmadığı bir boşlukta bulur.
Otistik içinse Öteki ya yoktur ya da fazlasıyla mevcuttur. Ötekinin üzeri çizilmediğinden, ondan alınarak tamamlanacak doldurulacak bir şey de yoktur. Bir yandan öteki sözsüz ve sessizdir. Öteki olmayınca otistiğin bedeninde arzunun izi olamaz. Öte yandan Öteki tehditkâr, istila edici ve ihlal edici olabilir.
Ayrılma olmadığından nesne, özne ile Öteki arasından düşemez ve anlam zincirini oluşturmak üzere bir ikinci gösteren, gösteren zincirine eklemlenmez. Yani, S1-S2 şeklindeki gösteren zinciri oluşmaz. Bu durum otistiklerin kliniğine, konuşmalarının iletişimsel olmaması şeklinde yansır. Kelimeler telaffuz edilebilir ama anlam ve konuşma oluşmaz. Otistikler, Öteki’nin varlığını dahi bilmediklerinden yaşamlarının başında talepsizdirler. Annenin gösterenlerinin içine kayıtlı değildirler. Ve anneler de onlara nasıl konuşacaklarını bilemez. Çocuk bu durumda sadece bir bakım nesnesi gibidir çünkü otistik simgeselleştirmeye imkân tanıyacak bir dayanak olarak Öteki’nin aynasından ve ayna imgesinden destek alamamaktadır.
Birçok yazar otistiklerde çocuk konuşmasının olmamasının altını çizmişlerdir. Dili çocukça konuşmak, Öteki’yle dilsel bir ilişki içinde olmanın bir taslağı gibidir. Herkes çocukların ilk yarım konuşmalarına, konuşuyor gibi yapmalarına kimsenin cevapsız kalmadığını bilir. Anneler bu konuşmalara hep cevap verir ve çocuğun bunu yapmaktan aldığı keyfi destekler.
Buraya kadar psikoz ve otizm arasındaki belli ayrımları ele almaya çalıştım. Lacan I. Seminer’inde, yani Freud’un Teknik Yazıları adlı seminerinde birçok vaka üzerinden bu konuyu tartışır. Bunların bazıları oldukça meşhur vakalardır: M. Klein’ın Dick vakası, Rosine Lefort’un Robert vakası gibi. Lacan çocuğun konuşmasa bile “dilin efendisi” olduğunu söyler. Bu, sanırım, otistiklerle analitik bir çalışmanın nasıl mümkün olabildiğine dair bize verilmiş olan bir ipucudur. Aynı zamanda tedavide, aktarım içinde analistin konumuna dair önemli bir noktayı vurgulamanın bir yoludur.
Lacan, Melanie Klein’nın Dick vakasına referans verir. Dick hiçbir affekt gözlenemeyen bir çocuktur ve annesine karşı tamamen kayıtsızdır. Hiç kaygılı olduğu gözlenmez. Klein ile ilk görüşmede odanın içinde sanki Klein hiç orada değilmiş gibi koşuşturur. Ardından trenlerle ve kapı kollarıyla ilgilenmeye başlar. Kapıları açıp kapatmak hoşuna gidiyordur. Klein bu içeri dışarı girip çıkma eylemini, penisin annenin bedenine penetre olmasıya ilişkilendirir ve bu şekilde yorumlar. Klein’a göre çocuğun gelişimindeki duraklama bu korku ile ilgilidir. İlerleyen seanslarda Klein trenlerden birini baba diğerini Dick olarak tayin eder ve anne de gar olur. Böylece Dick gara, yani anneye girmiş olur.
Lacan bu yorumun aşırı simgeşelleştirme dolu olduğunu söyler ve bunu vahşi bir yorum diye niteler. Bunun Oidipus mitinin brütal bir ifadesi olduğunu söyler. Yine de bu yorumdan sonra Dick konuşmaya başlar. Lacan’a göre Klein simgesel bir yama, bir tür aşılama ya da bir gref yapmıştır. Ve bu yama bir ilerlemeye sebep olmuştur. İlerleyen seanslarda Dick yeni kelimeler kazanır. Bu analitik çalışma simgesele tamamen yerleşmesi mümkün olmasa dahi gerçeği sınırlandırmasını, bir çerçeve içine yerleşmesini sağlamıştır. Demek ki o, dilin efendisidir ama yine de görüldüğü gibi belli bir ana kadar hiç konuşmamıştır. Konuşmaya başladıktan bir zaman sonra dahi annesi ondan belli bir şeyi söylemesini, tekrar etmesini istediğinde –bu yapabileceği bir şey olsa dahi– konuşmaz ya da kelimeleri deforme ederek söyler. Belli şeyleri ifade etse de iletişim kurmaz.
Dick’i kapıyı açıp kapatmak ilgilendirir. Bir kapı bir kere kapalıysa onun kapalı olarak hafızada tutulabilmesi simgeselle ve simgeselde temsil edilebilmekle ilgilidir. Simgesele kaydolduysa ve ancak kapı bir kere kapandıysa kapalı kalır. Gösterenler hafıza izleri yaratmıştır. Gösterenler birbirleriyle bağlanarak anlam üretebilirler. Gösterenler şeyler demek değildir, gösterenler onların temsilleridir. Fakat otistikler gösterenleri daha doğrudan kullanır. Bu kelimelerin kullanımına dair bir meseledir. Kelimeleri kullanmak başka bir şeydir; söz söylemek, bir şey söylemek istemek başka bir şeydir. Bu nüansı otistiklerde sıkça görülen bir olgu olarak kelimeleri zıtlarıyla ilişkilendirmek fenomeninde görebiliriz: gece-gündüz, açık- kapalı, tren-gar. Bir göstereni bir ötekiyle bağlantılandırmak bir anlam yaratır fakat bir göstereni zıddıyla bağlantılandırmak dünyayı ve dünyanın şeylerini anlatmaya yaramaz. Dünyanın bir temsilini üretmez.
O zaman şu soruyu sormak gerekir: Bir otistik zıt kelimeleri kullanmaktan, söylemek istediğini söylemek için kelimeleri kullanmaya nasıl geçebilir? Klein’ın simgesel yama olarak adlandırdığı yorumundan sonra Dick konuşmaya başlar. Öyleyse denebilir ki Dick simgesele tamamen duyarsız değildir. Dick anneye giriyor yorumundan sonra Dick, hiç kullanmadığı yeni bir kelime ile cevap verir: “Siyah” der. Klein da ona annenin için siyah, karanlık olduğunu söyler.
Semptom Üzerine Cenevre Konferansı’nda,[2] Dr. Cramer Lacan’a çok temel bir soru sorar: “Ne oluyor ki bir çocuk duyuyor?” Sorusu budur. Otistik çocuklar birçok şey duyar, sadece kendilerini duyar ama onlara söyleneni duymayı başaramaz. Lacan der ki: “Bizi duymuyorlar. Ama yine de onlara söylenecek bir şey mutlaka var.” Öyleyse otistik çocuklarla çalışma onların nerede duyduklarını yakalamakla ilgilidir. Bunu bir kitaptan yola çıkarak örneklemeye çalışacağım.
Otistiğin her zaman kelimeleri olmasa da onun yine de nesneleri vardır: dürtü nesnesi, otistik nesne, çifti olan nesne. Çift onun dış dünyayla iletişim kurmasına yardım eder. Bu otizmde kurucu bir öğedir. Biraz önce ayna evresinin onun için ayna imgesini kuramadığını ve bunun sonuçları olduğunu anlattım. İşte çift, bu konuda otistiğe destek olabilir. Bu nesne bazen başka bir çocuktur bazen bilgisayar, bazen bahsedeceğim kitaptaki gibi bir kedi, bazen de annesidir.
Julia Romp’un Dört Ayaklı Mucize[3] adıyla Türkçeye çevrilen kitabı, otistik oğlu ile Ben adlı kedinin karşılaşmasını anlatır. George düzgün ama çok mesafeli ve hiç afektsiz konuşan bir çocuktur. Ben ise terk edilmiş bir kedidir ve annesi George’un dikkatini bu özelliği sayesinde çektiğini düşünür. Daha ilk temaslarından itibaren George daha farklı davranmaya, bakmaya, konuşmaya başlar. Ben’e bir bebeğe hitap eder gibi konuşmaktadır. Hatta zamanla bu türde konuşmaya kedi konuşması adını verirler. George evdeki diğer insanlara da kedi konuşmasıyla konuşmaya başlar. Bunun sözel ifadesini ilerleten etkileri olur. Böylece kendisi belli bir şekilde korumayı da başarmaktadır. Konuşan o değildir, kedidir. Konuşan onun sesi değildir, bu konuşma kedice konuşmaktır.
Nezaket kurallarını öğrenmek George için her zaman sorun olmuştur. Bir gün yemekte geğirince annesi ona “Ben bundan hoşlanmıyor.” der. Ben onun çiftidir, onun eylemlerini değerlendirme aracıdır. Bundan sonra tüm nezaket kuralları “Ben bundan hoşlanmıyor.” çerçevesine dâhil olur. Hatta diğer aile üyelerine dönüp belli anlarda “Ben bundan hoşlanmıyor.” der. Böyle bir otistik temele yerleşmesi, öğrenmeyi kolaylaştırır. Bazen bir kedi, bazen bir hayvan bu dayanak noktasını sağlayabilir.
Peki, neden kedice konuşmak konuşmaktan daha iyi olsun?
Genellikle otistikler için ses tahammül edilebilir bir şey değildir. Ne seslerini ne de afektlerini ortaya koymak istemezler. Ses hem bir jouissance nesnesidir hem de dille olan ilişkisinden dolayı, dile yatırımı gerektirmesinden ötürü ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Lacan X. Seminer’de bunu şöyle vurgular: “Sesi, söylenenin başkalığı olarak içe almalıyız. İşte bundan ötürü ses, başka bir şeyden değil bizden kopup gider, sesimiz (voice) bize yabancı bir ses (sound) gibi gelir.”
Ancak kayıp bir nesne olabilirse, kaybedilebilirse sese erişimimiz olur. Bir nesne olarak sesi bırakmamak otistik öznenin konumlarından birisidir. Onu bir yere bırakmaz. Hatta sesin her tür ortaya çıkışından kendisini korumak ister. Kulaklarını kapar. Bu durum bazı otistiklerdeki mutizmi açıklar ya da yüksek işlevsellikteki bazı otistiklerdeki dilin prozodisine dair farklılığı kavramamıza yardımcı olabilir. Dört yaşlarında bir çocuk nadiren bir şey söylediğinde, sanki kelimelerin ağzından çıktığını gizlemek ister gibi elini ağzının önüne kapatarak konuşmaktaydı.
Ayrıca ses yalnızca iletişimi sağlayan vokal bir öğe değildir. Hem bir insanın orada olduğunu hem de dilin varlığı otistik özneye bildirir. Otistiklerin sesle ilişkisinde zorluklar olabilir. Bu bağlamda her zaman imkânsız olmasa da dile erişim genellikle problemlidir. Nesne olarak sesten bahsediyorum. Fakat Freud asla sesi nesneler arasında konumlamadı. Onun nesneleri en başta meme, dışkı ve fallustu; sonra da para ve çocuğu eledi. Ses, vokal bir nesne olarak otistik için çok kaygı vericidir. Hem sese hem de onun vokal boyutuna kendisini kapamak ister. Hem de ses Öteki olmadan olmaz ve otistik mümkün olduğunca ondan uzak durmak ister. Onu nereye koyacağını bilemez, baş etmek için simgeselden destek alamaz, bu yüzden de onun içe alamaz ama onun varlığını reddeder.
İşte bu reddin öyle spekülatif bir olgu değil de klinik olarak ne kadar çarpıcı olabildiğini size Elisabeth Léturgie’nin[4] “Otistik Bir Öznenin Konuşan Bedenin Gizemi Hakkında Öğrettikleri” adlı makalesindeki bir vakadan yola çıkarak örneklemek isterim. Nathan, gündüz hastanesine gelmeye başladığında beş yaşındadır. Hem kör hem dilsiz olarak prezante edilir. Bu çocuk ne ağlar, ne bağırır, ne güler, ne de bakar. Hiçbir şey anlamadığı düşünülmektedir. Aynı zamanda paraplejiktir, çok az ve yavaşça hareket edebilir. Bununla birlikte tüm tıbbi değerlendirmeler normaldir. Hiçbir şeyi yoktur, tıbbi değerlendirmeler düzeyinde tespit edilebilir patolojik hiçbir şeyi yoktur. Bakış, gülme, ağlama, talep krizi de yoktur. O, hiçtir. Léthurgie onun arzu, talep ve söz açısından hiç, sıfır noktasında durduğunu söyler. Bu çocuk hiçbir şey beklememektedir. Hiçbir talebi yoktur, donmuş gibidir. İşte Léthurgie bu “hiç” göstereninin bu çocuğun yegâne göstereni olduğunu, onu temsil eden gösteren olduğunu söyler. Tıbbi olarak başka hiçbir patoloji ile ilişkilendirilemeyen bu durum otizm tanısı alır. Yedi yaşına geldiğinde, kimse bu çalışmadan hiç bir şey beklemese dahi analist onunla analitik bir çalışmaya başlama kararı alır.
Léthurgie makalesinde bize bedenin imgesinin üstlenilememesinin, imgeselin gerçek ve simgeselle bağlantılı olmamasıyla sonuçlandığını ve özellikle de Nathan için çok çok ağır sonuçlar doğurduğunu belirtir.
Makaleden alıntılıyorum: “… talep içinde olmamak onu bedenin, cildin, duyu organlarının sınırlarını belirleyen ve bunu kuran bir işlem olarak jouissance’ın çıkarılmasından mahrum bırakmıştı. Dürtüsel bir dolaşım, içeri dışarı ayrımı, bedenini doğrultma ihtimalini kenara atmıştı. Bu Nathan için mümkün olmamıştı…”
Analist Nathan’ın yanına gidip kulağına adını söyler. Bir gün onun kulaklarını tıkadığını görür. Bunu analitik teklifimi kabul etmesi olarak kabul ettiğini söyler. Bu tedavi beş yıl boyunca devam eder. Bir süre sonra Nathan sesler çıkarmaya başlar. Bunun onun hiç ile kendi arasına bir bariyer oluşturması olarak yorumlar. Bu paraplejik olduğu sanılan çocuk gittikçe doğrulmaya ve düzgün bir postür edinmeye başlar. Lethurgie yine de en şaşırtıcı olanın az kelimesi ve çok az cümlesi olsa dahi konuşmaya başlaması olduğunu söyler. Yazı yazabilir olur ama yazdıklarını okumaz. Léthurgie, Nathan’ın bir şeyler yapabilmek için “hiç”i bıraktığını söyler.
Marc Strauss[5] “Konuşan Beden Ne Söyler?” adlı makalesinde şöyle söyler: “Tamamen yalnız özneler vardır. Psikotikler değil, onlar kendi tarzlarında asla yalnız değiller, sesleri onlara eşlik eder. Ama otistikler öyleler.”
Otistiklerde farklı olarak psikotikler Tanrı’yı, dünyayı yönetenleri, devlet başkanlarını muhatap alabilir, onlara konuşabilir. Psikotik özne ötekini muhatap alır. O dünyada yalnız olmak istemez. Kendisini yaşanabilir bir gerçekliğe yerleştirmek zorunluluğu hisseder.
Söze gelirsek: Sözün dille ve simgeselle ilgili olduğundan bahsettim. Öznenin dile girmesi, öznenin üzerinin çizilmesi bir şey kaybetmesi anlamına gelir. Özne bölünmüş bir özne olduğu için bir gösteren onu başka bir gösteren için temsil edebilir. Böylece söz öznelleşir. Bu yüzden de nevrotik bir özne analizde söylediğinin geçerli olup olmadığını sorgular. Söz daima bir garantöre ihtiyaç duyar. Yani bir Öteki’ne. Yoksa tamamen yalnız, yapayalnız olunur. Hatta analizde analizan konuşur, kendinden bahseder, çevresindekilerden bahseder, bazen onları suçlar. Ve kendisinin hatalı olmadığını bilmek ister. Öteki onu sevsin ister ve sevildiğinin izlerini arar. Özne eğer seviliyorsa yalnız değildir. Histerik, Öteki benden ne istiyor sorusunun peşindedir. Obsesyonel, imkânsız arzusu noktasında, Öteki tarafından engellendiğini farz eder. Psikotik ise yalnız olmamak için bir dünya yaratmak durumundadır.
Otizmde bazen semptomlar o kadar tipik olabilir ki tanı zaten kendisini dayatır. Otistik, gözlerini, kulaklarını kapar, kontağı keser ya da yapışır, tuttuğu el sanki kendisinindir. Ayna imgesinin kurulmamasının sonucu olarak öteki, kendisi ile aynıdır ve görünmez bir yansıma gibidir. Otizm yapının öncesinde kalmışa benzemektedir.
Psikoz için Freud “Bejahung” yani temel bir olumlama ve onun ardından gelen “Verneinung” temel bir olumsuzlamadan bahsetmişti. Olumlamanın sonucu olarak öznel bir atıf sağlayan bir yargı oluşur. “Verneinung” sayesinde ise varoluşa dair bir yargı oluşur. Psikozda çocuk dile girer ama varoluşa dair bir yargıya ulaşamaz. Yani “Verneinung” men edilmiştir. Genellikle erken başlayan psikozlar ileride şizofreni tanısı alır. Yani özneler dilin dışında değildir ama söylemin dışındadır ve sosyal bağlar kurmakla ilgili zorluklar olur.
Drapier’in size konuşmamın başında alıntıladığım metninde söylediği gibi, otizmin yabancılaşmanın sınırında duruşu onu bir yapı değil bir sendrom gibi ele almanın teorik nedenidir. Ve temel nokta, otizme dair bu sınırdaki sallantılı konumudur. Öyleyse Lacancı psikanaliz açısından üç temel yapı vardır: nevroz, psikoz ve sapkınlık. Otizm yapının altındadır. Otizmde öznenin bölünmesinden ve bu bölünmenin ürünü olarak nesnenin varlığından bahsedemediğimize göre, bu boşluk bir çift ile doldurulabilir, yani bir benzerle.
Psikozda ise Babanın-Adının men edilmesiyle babasal metafor işlev görmez, yani anlamı kuracak kapitone noktaları yoktur. Gösteren zincirinin anlam üretmesi için metaforik bir etki yoktur. Bunun öznenin söylem dışı kalmasıyla ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Bu yüzden de psikotik özne, içinde yalnız olmayacağı bir dünya yaratmak, içinde yaşanabilir bir dünya yaratmak durumundadır. Simgesel destek alamıyor olmasına rağmen anlamı garantileyecek bir dünya arayışındadır.
Son Söz:
Psikanalitik açıdan, söz garip de olsa, neolojizmler de içerse, tekrar da etse daima bir iyileşme girişimi olarak görülmelidir çünkü öznenin dünyanın nesneleri ile bir gösteren bağı kurma girişimidir ve sözler her nasıl olurlarsa olsunlar bunun aracıdırlar. Öyleyse öznenin tekilliğinin işareti olarak semptomlara, öznenin hikâyesine, en başta onun sözlerine ve daima bilinçdışının ortaya koyduğu sorulara saygı göstermek gerekir.
*Bu metin, 18 Şubat 2018 tarihli “Otizm Üzerine” adlı toplantıda sunulmuştur.
Kaynaklar:
[1] Drapier, J. P., Envie et jalousie normales et pathologiques.
[2] Lacan.J, Semptom Üzerine Cenevre Konferansı.
[3] Julia Romp, Dört Ayaklı Mucize.
[4] Léturgie, E., Ce que le sujet autiste nous apprend du mystère du corps parlant.
[5] Strauss, M., Le corps parlant que dit-il?