Otizm ve Psikanaliz
Bu çalışma gününe yazdığım üçüncü argümanda, Lacan’ın bir sözünü hatırlatmıştım, çok güçlü ve doğal olarak -konuşan Lacan olduğu için- muammalarla dolu bir ifade: “… kesinlikle onlara söylenebilecek bir şey var”. Buna karşın, otizm üzerine çalışırken, az ya da çok gerçekçi denebilecek, başka bir bakış açısına rastladım. Otizmin tedavisinde nereye kadar gidebiliriz? Otizm şizofreniye mi dönüşür yoksa otizme mi? Bazı Lacancı yazarlar, bu alanda çalışan pek çok başka uzman gibi, otizmin olası tek evriminin yine otizm olduğunu öne sürüyorlar: Otist otiste evrilir, örneğin Kanner’in otistiğinden Asperger’in otistiğine.
Lacan’ın cümlesiyle (“kesinlikle onlara söylenebilecek bir şey var”) klinik alan arasında (otizmin potansiyel evrimi, başka klinik engeller, vb.) bir denge bulmak gerektiğini ve bu iki konumun zorunlu olarak antagonistik olmadıklarını, ama tamamlayıcı olabileceklerini düşünüyorum.
Bugünkü ilk amacım size otizmin temel hatlarını, Lacancı bir perspektiften anlatmak; ikinci amacım, otistik bir özneyle Lacancı çalışmanın nasıl olabileceğini göstermek için bir vakayı aktarmak. Bu vaka önemli bir Lacancı psikanalist olan Rosine Lefort’un Robert vakası, nam-ı diğer “Kurt Çocuk”. Ve son olarak ise otizmin diğer bazı özelliklerini aktarabilmek için yine Rosine Lefort’un bir vakasını, “Marie-Françoise”ı aktaracağım.
Aslında otizmin etiyolojisi bugün bile tam olarak bilinmiyor. Otizmin genetik kökenini araştıran ve sorunun karmaşıklığını keşfeden pek çok çalışma artık tek bir genin keşfedilmesinden değil, epigenesisi hesaba katmak gereken çok sayıda spontan mutasyondan bahsediyor. Yani çevrenin etkisinden. Tek yumurta ve çift yumurta ikizleriyle yapılan ABD kaynaklı bir çalışmada, en az biri otistik olan bu ikizlerden, önceki verileri boşa çıkaran yeni veriler elde edilmiştir; örneğin önceden bu durumlarda genlerin etkisi %90 civarında kabul edilirken, bu çalışmada genlerin etkisi sadece %38 bulunmuştur. Dolayısıyla otizm, örneğin Trizomi 21’le karşılaştırılamaz; çünkü bu ikincisinde aşılamaz sınırlar vardır.
Lacancı bir psikanalist olan Bernard Nominé şöyle söylüyor: “Otizm gösterenlerin işleyişinde nörolojik bir imkânsızlık olarak düşünülebilir, beynin birleştirici alanları arasındaki karmaşık bağlantıların iş görmemesi olarak düşünülebilir.” Neden olmasın? Ve şöyle ekliyor: “Ancak bu kavramın aptallığı kendi dünyalarından çıkan ve bizimle iletişim kuran otistik öznelere şahit olduğumuzda ortaya çıkar. Göstereni oldukça isabetli biçimde kullanırlar. Dil evreninin içindedirler, buradan dışlanmamışlardır, ama hata söz düzeyindedir, yani konuşan özne düzeyinde, bu, şu anlama gelir o ne anlıyorsa ne söylüyorsa onun anlaşılmasını ister [yani başka bir düzeye işaret eden çifte anlamlar, sürçmeler, anlam belirsizlikleri, şakalar vb yoktur]; burada otist için hiç de uygun olmayan bir şey vardır.”
Nominé’nin yukarıdaki iddiaları ile J.P. Drapier’nin “Otistler, Klinisyenler ve Kurumlar” yazısının başında altını çizdiği “hatalı bir indirgemeci metodoloji” arasında bir paralellik olduğunu düşünüyorum: bu hatalı metodoloji, “organik olanı” bir yana “öznel olanı” öte yana koyarak, ikiye böler. Bu kullanışsız bir bölümleme.
Bu biyolojik indirgemeci yaklaşım konusunda J.P. Drapier’den bir alıntı yapmak istiyorum: “Vakaların geriye kalan %80’inde hiçbir şey bulamıyoruz, bunun bir kısmı şüphesiz bilgi eksikliğiyle ilgili, ama diğer kısmı ise organik olarak kayıt alına alınabilecek hiçbir şey olmamasıyla ilgili.” Ve buradan şu sonucu çıkarıyor: “Psişik nedensellik ve organik nedensellik zorunlu biçimde uyumsuz değillerdir”. Bununla birlikte, elimizde şöyle sorular var: Herkes, organik nedenli olsun ya da olmasın, her şeyi özneleştirmek zorunda değil mi? Dilden bağımsız bir “organik” söz konusu mu? Dilin hiçbir etki yapmadığı bir beden var mı? Bu mümkün mü?
Leo Kanner’in otizmi keşfinden 75 yıl sonra, başlangıçta ruhsal bir hastalık olarak kabul edilen otizm, bugün “yaygın gelişimsel bozukluk” olarak anlaşılıyor ve daha yakın zamanlarda DSM 5’de “nörogelişimsel bozukluklar” başlığı altında “otizm spektrum bozukluğu” olarak sınıflandırılıyor. Aynı adlandırma ICD için de söz konusu.
Tanı tamamen davranışsal özellik taşıyor ve psikiyatri elkitapları bu ölçütlere dayanıyor. DSM-4’e göre, otizmin temel özellikleri şöyle: sosyal geri çekilme, sözlü ve sözlü olmayan iletişim sorunları, yaratıcı aktivitelerde yoksulluk, faaliyet ve ilgilerde sınırlılık ve kısıtlamalar. Bu açıkça gözlemlenen özellikler, örneğin, stereotipik ve ritüelleşmiş davranışlarda ortaya çıkıyor, değişikliğe ya da iletişimin jestlerle ve mimiklerle desteklenmesine bir tahammülsüzlük söz konusu.
DSM 5’de bu özelliklerin bir kısmı korunmakla birlikte bazı eklemeler de yapılmıştır: iletişim yetersizliği, örneğin konuşmalara uygunsuz cevaplar verme, sözel-olmayan etkileşimlerin yanlış yorumlanması, yaşa uygun arkadaşlıklar kurmada zorluklar gibi eklemeler yapılmıştır. Ayrıca, yaygın gelişimsel bozukluğu olanların rutinlere çok bağımlı olduğu, fiziksel çevrelerinin değişmesine çok duyarlı oldukları ve ilgisiz konulara aşırı yoğunlaştıkları gibi ekler getirilmiştir.
Tüm bu özellikler otizmi olan kişilerin “yetersizliğine” ve “engelliliğine” vurgu yapmaktadır. Bu izole edilmiş özelliklere ek olarak, başka bazı özellikler ise spesifik ya da bu “sendrom”a özgü değildir, bu otizm kavramının dağılmasının bir etkisidir. Böylece otizm, bir spektrum haline getirilerek tanı spesifik olmayan, çok yaygın bir klinik alana genişlemiştir.
Otizm tanımlandığından bu yana tartışmalı bir konu olmuştur ve özellikle yetmişli yıllarda psikiyatri kitaplarında şizofreniden ayrımı çok tartışılmıştır. Onun kökeni hala bir muamma halindedir, ancak pek çok (bilimsel) çevrede ağır bilişsel yetersizliklerin olduğu, iletişimi ve sosyal etkileşimi etkileyen organik bir bozukluk olarak kabul edilmektedir.
Bugün otizm tanısı ve tanımlanması konusundaki fikir ayrılıkları sadece hastalığın kökenindeki doğuştan gelen ve çevresel faktörlerin ne olduğuyla ilgili değildir; aynı zamanda buna yol açan “temel faktör”ün ne olduğu da tartışmalıdır.
Otizm bir sendrom olarak ilk kez, 1943 yılında, ABD’de bir çocuk psikiyatristi olan Leo Kanner tarafından, “Autistic Disturbances of Affective Contact” makalesinde tanımlandı. Sonraki yıl, Kanner otizm sendromuna “erken dönem çocukluk çağı otizmi” adını verdi; bunun iki temel özelliği vardı: yalnızlık arzusu ve değişmezlik. Kanner, araştırmalarının başında, otizmin şizofreninin farklı klinik bir örgütlenmesi olduğunu ve çocuğun doğumdan itibaren sosyal çevreyle ilişki kurmaktaki yetersizliğiyle nitelenen bir psikotik sendrom olduğunu belirtmişti. Kanner yapısal bir anomali ihtimalini dışlamaz ve çocuklarına karşı ebeveynlerin duygusal eksikliğinin gelişimin erken dönemlerinde kritik bir patojenik faktör olduğunu vurgular. Ancak 1955 yılında otizmin “genel bir şizofreni kavramı içinde” içerilebileceği fikrine geri döndü. Ve sendromun gelişiminde ebeveynlerin sorumluluğunu dışarıda bıraktı.
Aynı dönemde Viyana’da bir pediatri kliniğinin yöneticisi olan Hans Asperger benzer bir sendrom tanımladı ve otistiği yalnızlıkla ve yaşamı boyunca süren kendi çevresiyle kısıtlı ilişkileri olan bir özne olmakla tanımladı.
Kanner’in teorisinin yanı sıra, psikanalitik teoriler, özellikle de Bruno Bettelheim’ın (toplama kampı deneyimini otizmle karşılaştıran) teorisi, araştırma ve otizm kliniği alanında 1970’lere kadar etkisini sürdürdü.
Psikanalizin nevrozların ve çocukluk çağı psikozunun tedavisindeki önemine rağmen, bu yıllardaki teorizasyonlar daha çok yetersizlik tarafını vurgulamaya başladı, bu Aspergerli çocuklar üzerine yapılan ve onlardaki istisnai kapasiteleri ortaya koyan araştırmalardan gelen yeni keşiflerin hilafına gerçekleşti. Yine aynı yıllarda tedaviler, özellikle aileler ve yeni gelişmekte olan diğer teorilerce uygunsuz ve hatta zararlı olarak görülmeye başlandı.
Uluslararası düzeyde DSM kriterlerinin uygulanması, bilişsel bilimlerin ortaya çıkışı ve genetik ve nörobiyoloji araştırmaları, 1980’lerden itibaren otizmin daha çok bir “engellilik” olarak değerlendirilmesine yol açtı. Ve otizm, psikiyatrik ya da psikolojik tedavisi olan bir şeyden ziyade sadece “özel eğitim”i olan bir engellilik olarak düşünüldü.
Otizm ve Lacancı psikanalize gelirsek …
Lacancı psikanaliz bir sendrom olarak otizmi çocuk gelişiminin erken dönem yetersizliğiyle bağlantılı olarak anlamaz. Lacancı psikanaliz açısından otizm, talebi dışarıda bırakan erken dönem bir seçimdir. Bu bir “seçim”dir çünkü, Lacan’ın da dediği gibi, “olmak için kaçınılmaz bir karar”dır ve “talebin dışlanmasıdır” çünkü otistik çocuk için Öteki yoktur ve dolayısıyla sosyal ilişki yoktur.
Otizm uzun süredir bir psikoz olarak kabul edilmesine rağmen, pek çok klinisyen farklı klinik öğeleri vurgulamaktadır, ama genel hatlarıyla otizmi şu özelliklerle niteleyebiliriz:
1- Sanrıların ve işitsel halüsinasyonların olmaması,
2- Değişmezlik isteği,
3- Tetiklenmenin olmaması,
4- Otistiklerin yazılı ürünlerinin özgünlüğü,
5- Ve her şeyden önce, otizmin otizme evrilmesi (Kanner’in otizminden Asperger Sendromu’na).
Dolayısıyla otizm, dürtü nesnelerinin -özellikle sesin- tutulmasıyla ve jouissance’ın geri dönmesiyle, spesifik bir öznel işleyiş olarak kabul edilebilir. Bu ikincisi sıklıkla üç öğeden oluşur: otistik nesne, le double (çift) ve spesifik bir ilgi. Bu nedenlerle öznel deneyime odaklanarak tedaviyi yönlendirmek esastır.
Halüsinasyonların otizm ve şizofreniyi ayırmakta bir ölçüt teşkil ettiğini kabul etmek çoğu klinisyen için tartışmalı bir konudur. Ancak, eğer sadece işitsel halüsinasyonları psikozun işareti olarak kabul edecek olursak, bunun otistler arasında çok çok az görüldüğünü kabul etmemiz gerekiyor. Otizm alanında çalışan önemli klinisyenlerin hiçbiri çalıştıkları çocuklarda işitsel halüsinasyon bildirmemiştir. Ne Kanner, ne Asperger, ne Bettelheim, ne Mahler, ne Tustin! Bazen Kanner tipi otistikler de buna dahil olmak üzere yüksek düzeyli otistiklerin tanıklıkları bu gözlemi doğrulamaktadır. Bir otistik olan Daniel Tammet cevap verdiği hayali bir arkadaşa sahip olduğunu söyler; ancak bu zihinsel bir otomatizm karakteri göstermeyen, daha çok rüya benzeri bir durumdur. Halüsinasyonları ayırıcı tanıda kullanmakla ilgili başka bir güçlük daha var; o da pek çok çalışmada işitsel halüsinasyonu olanların en az %75’inin psikotik olmayan insanlardan oluşması.
Kanner “çok güçlü bir yalnızlık ve değişmezlik arzusu” olan çocuklardan bahseder. “Değişmezlik” otistin sabit, değişmeyen bir dünyada yaşama isteğini ifade eder ve o, bu dünyadaki değişiklikleri tolere edemez. Bu değişmezlik isteği fiziksel çevreyi ve tekrarlayıcı olayları kapsar. Değişmezlik, otistin, aksi halde kaotik ve rahatsız edici olarak deneyimleyeceği bir dünyayı denetim altına alma girişimidir. Kanner’e göre bu, sendromun temel özelliklerinden biridir, diğer temel bir durum özellik olan yalnız kalma arzusu ile birlikte özneyi kaygıdan korur.
Şizofrenik ironi otistik değişmezliğe karşıdır. Şizofren Öteki’nin olmadığını ve sosyal ilişkinin bir aldatmaca olduğunu söylerken; otistik sorgulamadan bağlanabileceği ve takip edebileceği kurallar arar. “Annemler bana bunun kuralı bu dediklerinde buna severek uyarım” diyor Aspergerli bir otist. “Başka bir kişiyi kandırmak benim için asla söz konusu olamaz, çünkü, bana söylenen kurallara eğer temel ihtiyaçlarımla çelişmiyorsa, daima uydum.” “T. Grandin’in söylediği üzere, otistikler için kurallar çok önemlidir çünkü biz daima yoğun biçimde neyi nasıl yapacağımıza odaklanmak zorundayız.” Şizofrenik ironi Öteki’nin reddine tanıklık eder; buna karşın otistik yapay bir Öteki’nin peşindedir. Şizofren hiçbir şeye inanamaz; otistik ise mutlak kurallar beklentisi içindedir. Otistiklerle çalışan uzmanlar otistiklerin kelimesi kelimesine, somut biçimde anladıklarını ve ironiyi kavrayamadıklarını ve kullanmadıklarını gözlemlerler.
Her klinisyen bir psikotiğin kaygılarını mantıklı açıklamalar yaparak hafifletmenin çok fazla etkili olmadığını bilir; öte yandan, otistik ise böyle açıklamalara çok önem verir ve bu açıklamaların kendisi için yatıştırıcı olduğunu kanıtlayabilir.
Kanner’in erken dönem çocukluk çağı otizminin en spesifik semptomlarını ortaya çıkardığına itibar edebilir miyiz? Bu konuda çalışanlar neredeyse daima onun zekasına saygı gösterdiler. Onların en sık itirazı, makalesinde çok iyi tanımladığı dil bozukluklarına gereken önemi vermediği yönündeydi. Ama Asperger kısmen de olsa dil bozukluklarının öneminin farkına varmıştı, özellikle dil gelişimindeki gecikmenin. Otizmli çocukların yalnızlığının farz edildiği kadar radikal olmadığını da eklememiz gerekiyor, çünkü zamanlarının %30’unu diğer insanlara yakınlaşmakla geçiriyorlar. Değişmezlik ise majör bir ayırıcı tanısal öğe olarak görünüyor.
Otizm tetiklenmez demiştim. Pek çok klinisyenin üzerinde uzlaştığı bir durum bu: şizofrenide yaşamın ilk yılları normal bir gelişim çizgisi izleyebilir, oysa otizmde yaşamın başlangıcından itibaren belirtiler vardır. Şizofreninin tetiklenmesi genelde ergenlik ve sonrasında olur. Ama durumun böyle olmadığı, başlangıçtan beri belirtiler gösteren şizofrenler ve başta hiçbir şeyin gözlemlenebilir olmadığı otistler vardır. Bu nedenle bazen ayırıcı tanı yapmak zordur. Ama kesin olan bir şey varsa o da otizmin tetiklenmediğidir, otizmde bir öncesi ve sonrası yaratan bir an yoktur.
Psikanaliz açısından otizm tanısı dilin ürünleri temelinde konur. Hatta öyle ki çocuğun konuşmaması bile dille ilgilidir. O konuşamaz çünkü dili kullanacak ya da eklemleyecek bir özne yoktur. Tam da bu nedenle tanı çocuk ve Öteki arasındaki ilişkinin analiziyle konur: nereye kadar dil ve Öteki reddediliyordur? Özne yabancılaşmanın neresindedir? Buradaki mesele, özneyi yetersiz olarak gören bir perspektife karşı, bu çocuğu, tekil bir özne yapan ayrıntıları ortaya koyma meselesidir.
Psikanaliz için temel çaba, bütün özneleri evrensel bir norm adına aynı gören, tektipleştiren biyolojici bir eğilime karşı, her özneye özgü olan özneliği ve tekilliği tekrar gündeme getirmektir. Burada söz konusu olan otizmin kliniği hakkında, onu şizofreniden ayıran özellikler üzerine, otizmde aktarımın doğasıyla ilgili ve otistik nesnenin statüsüyle ilgili teorik ve klinik katkıları genişletmektir.
Otistik öznelerin yazılı ürünleriyle ilgili de birkaç şey söylemek gerekirse; otistlerin yazılarında ortak olan bazı özellikler vardır: yazı yazan otistler hemen daima bir tanınma talebi içindedirler. Nasıl bir tanınma bu? Birincisi, kendilerinin akıllı varlıklar olduğunun tanınması; ikincisi ise, onların farklı olduğunun kabul edilmesi. Bunu pek çok otistin yazdıklarında görmek mümkün. Başka bir özellik ise otistlerin diğer otistler adına yazmasıdır; bunu bir psikotikten beklemek pek mümkün değil. Öte yandan, otist özneler kendilerinin otist olarak tanınmalarını isterken, psikotikler de böyle bir şey yoktur, hatta bunu gizlemeye çalışırlar daha çok. Psikotikler yazılarında daha çok dünyaya bir yenilik, iyilik ya da adalet getirmekten bahsederlerken, dediğim gibi, otistler genel olarak kendi özgün varlıklarının tanınmasını talep ederler. Yazıyla ilgili başka bir olgu da otistlerin -genelde anneleriyle- birlikte “iki yazarlı” metinler oluşturmalarıdır, oysa psikotik tek başınadır. Buna örnek olarak Sean Barron ve annesi Judy Barron verilebilir. (Okumak isteyenler için: Temple Grandin’in kitapları; Birger Sellin; Donna Williams; Daniel Tammet’in kitaplarını önerebilirim).
İşte saydığım bütün bu nedenlerle, yani yalnızlık isteği, sanrı ve halüsinasyonların olmaması, otistlerin yazılarının spesifikliği, tetiklenmenin olmaması gibi nedenlerle otizmin psikozdan ayrı bir şey olduğu hipotezi öne sürülmektedir. Dolayısıyla otizmin psikoz-nevroz-sapkınlık üçlüsünün dışında dördüncü bir yapı olup olmadığı hala açık bir soru olarak önümüzde duruyor.
O halde elimizdeki soru şu olabilir:
Psikanaliz “konuşmayan” ya da dille ilişkisi farklı olan otistik özneye nasıl bir tedavi sunabilir?
Otizm üzerine ilk psikanalitik çalışmalar
Seminer 1, “Freud’un teknik yazıları”nda, Lacan’ın Robert ve Rosine Lefort’un vakası üzerine otistik çocuğun konuşmasa bile “dilin efendisi” olduğu ve Öteki’nin konuşması olarak bilinçdışı fikrini nasıl geliştirdiğini görüyoruz. Lacan bu seminerde ünlü formülünü ortaya atar: “Yine de iki kelimesi var”, bu Robert tarafından telaffuz edilen iki kelimeye yapılan bir göndermedir. Lacan için bu öznenin bir temsilidir. Sadece iki kelime!
Çok önemli bir konferans olan “Semptom üzerine Cenevre konferansı”nda Lacan’a şu soru sorulur: “Bir çocuğu duyabilir hale getiren nedir?” Lacan cevaplar: “Onlar sizi duymuyor. Ama kesinlikle onlara söylenebilecek bir şey var.” Bu orijinal formülasyon bütün bir otizm kliniğine rehberlik edecektir. Aslında, Lacan’a göre, otistik kişiler bizim onlara söylememiz gerekeni duyamazlar çünkü meşgulüzdür. Neyle? Onlara bir şey duyurmaya çalışmakla, olabilir mi?
Rosine Lefort, Robert, «kurt çocuk»
Lacan, 1. Seminer boyunca analitik deneyimde simgesel işlevi ya da sözün işlevini çalışmayı sürdürürken, bir analist ve kendisinin o zamanki öğrencilerinden biri olan Rosine Lefort’u tedavi ettiği bir vakayı sunması için davet eder ve bu vakanın “büyük bir nozolojik belirsizlik” taşıdığı düşünülmektedir.
Bu vaka “Psikozun Yapıları” kitabında tekrar sunulacak ve geliştirilecektir. Rosine ve Robert Lefort 1988 yılında yayınlanan “Kurt çocuk ve Başkan” kitabında bunu yaparlar.
Robert neredeyse doğduğu andan itibaren terk edilmiş bir çocuktur. Pek çok tıbbi sorunu vardır ancak bunlardan daha çok psikolojik bir yıkım içindedir. Hastaneye yatırıldığı sırada yapılan nörolojik muayenelerin “normal” sonuçlarına rağmen hayatta kalabilmesi için hastane yatışı önerilmiştir. Robert 3 yaş 9 aylıkken Rosine Lefort’un hastası olur. Rosine Lefort Robert’i ilk gördüğünde nasıl olduğunu şöyle tanımlar: “Motor gelişim açısından, sarkaçvari (bir o yana bir bu yana) yürüyordu, hareketleri ileri derecede koordinasyondan yoksundu ve sürekli aşırı bir ajitasyon içindeydi. Dil açısından: koordine bir konuşması yoktu, sık sık çığlık atıyordu, uygunsuz ve gırtlaktan gelen bir kahkahası vardı. Sadece iki kelimeyi bağırıp duruyordu: Madam! ve Kurt! Bu kelimeyi, Kurdu!, gün boyunca tekrar ediyordu. Davranış açısından: aşırı hareketliydi, daima ajiteydi, ani, amaçsız ve düzensiz hareketleri vardı.”
Bu çocuğun ayrıca rutin durumlardan kaynaklanan krizleri de vardı. Daima ajiteydi ve yetişkinlerle ve çocuklarla teması yoktu. Öte yandan, eğer başka bir çocuk bağırırsa ya da ağlarsa nöbet geçiriyordu ve hatta onlara karşı saldırganlaşıyordu. Rosine Lefort’a göre, Robert herhangi bir kaygı ya da duygu göstermiyordu. Pek çok otizm vakasında olduğu gibi, Robert’te de bir ayırıcı tanı sorunu ve buna bağlı tedaviyi düzenleme sorunu vardı: “Onu hangi kategoriye koyacağımızı tam bilemiyorduk, ama yine de bir şeyler olup olmayacağını merak ederek tedavi etmeye çalışıyorduk.”
Lacan’ın seminerde bu vakayı tartışırken çıkış noktası nedir? Bu çok basit bir gözleme dayanır: bu çocuk konuşuyor. Rosine Lefort vakayı sunarken, bu çocuğun hiçbir simgesel işleve sahip olmadığı sonucunu çıkarır, Lacan hemen düzeltir: “Yine de iki kelimesi vardı.”
Tedavi çeşitli evrelerden geçer. İlk dönemde, Robert sürekli ajitedir. “Odaya koşarak girdi ve hiç durmadan koştu, bağırdı, zıpladı, başını ellerinin arasında tutarak yere çömeldi, kapıyı açıp kapadı, ışıkları açıp kapadı.” Rosine Lefort Robert’in nesnelerle ilişkisini anlatır: onları alır, fırlatır ya da hiç ilgilenmez. Bu ilk dönem, tedavinin dışında gerçekleşen bir girişimle sonlanır; Robert plastik bir makasla penisini kesmeye çalışır.
Tedavinin ikinci döneminde “kurt” kelimesi çıkagelir. Robert bir odadan geçtiği her seferinde ve Rosine Lefort’la oyun oynadığını kabul edebileceğimiz sırada bu kelimeyi haykırır: seanslar sırasında önce kapıları açar sonra kapatır ve “kurt” diye bağırır. Rosine Lefort’a göre bu yaşamının başında Robert’e olanlarla ilgilidir: hiçbir süreklilik yoktur, ona bakım verecek hiçbir çevre ya da yetişkin yoktur. Ve sonuçta yaşadığı her değişim, onun tarafından ilk fizyolojik işlevleri işaretleyen bir yıkıma benzer şekilde deneyimlenmiştir.
Seanslar sırasında ona verilen belirli nesnelerle Robert’in ilişkisine dair yorumlardan anladığımız onu kendi bedeniyle ve terapistiyle ilişkiye sokan bir dizi ritüele başlamasıdır (kakasını Rosine Lefort’a bir hediye olarak tutar ve yatıştırma ritüeli), her ne kadar tedavinin başlangıcındaki aktarımı aşırı saldırgan olsa da sonrasında bunlar olur. Bu ritüellerin bazılarına “kurt” kelimesi eşlik etmektedir: “Bu sahne boyunca yanımda oturarak kaka yapmaya başladı… Sonra dışarıdan bir ses duydu… Çok korktu, dışarı çıktı, lazımlığını da yanına aldı ve henüz yan odaya girmiş olan bir kişinin önünde yere düşürdü, sonra tekrar benim olduğum odaya döndü ve kendini kapıya çarparak, “kurt! kurt!” diye bağırmaya başladı.” Rosine Lefort Robert’in kendi görüntüsünü camda gördüğünde bu kelimeyi bağırdığı başka bir sahne daha tanımlıyor.
Rosine Lefort’a göre “kurt” Robert’in kendisinin temsilcisidir: “Robert kendini hayal etti, o Kurt’tu! Bu kadar çok gerginlikle vurduğu ya da canlandırdığı kendi imgesiydi, görüntüsüydü. Onun lazımlığı kendi içine giden ve kendisinden dışarı çıkan her ne varsa, çişi ve kakayı ve sonra da bir insan imgesini/görüntüsünü, bir oyuncak bebeği içine koyduğu şeydi… o kendisi bu lazımlığın içine koyduğu bütün öğelerdi.” Rosine Lefort, yorumlarının her şeyden önce Robert’in bedeninin içeriğini afektif bir bakış açısından farklılaştırmayı amaçladığını söyler: “Süt aldığımız bir şeydir. Kaka verdiğimiz bir şeydir ve onun değeri içtiğimiz süte bağlıdır. Çiş saldırgandır.” Rosine Lefort’un Robert’e sunduğu bu yorumlar bize şunu gösteriyor: yalnızca hakiki bir sözün bahşettiği en mütevazı ihtiyaçlar insanlaşmayı sağlar ve hepimiz bunun içinde şekilleniriz.
Rosine Lefort’un kendisinin belirttiği, yorumunun ve onun yanındaki kalıcılığının etkisinin yanına, onun varlığını ve yokluğunu ekleyebiliriz; ki bu Robert’in bir boşlukla tanışmasına (bu lazımlığı boşaltmakta ifade bulur) ve kişinin bedeninin sürekliliği fikrine yol açmıştır; bu beden sürekliliği fikri giyinme ve soyunma deneyiminin güvence vermesiyle kıyafetlerini çıkarmayı kabul etmesine kadar ilerler.
Tedavinin bir de üçüncü aşaması var: Rosine Lefort bu aşamayı “kurt”un kendi üzerine yansıtılması ve “kurt”un Robert’ten exorcism gibi çıkarılması olarak kabul eder. Bu yorum Robert’in “geçmişe itilerek” ona karşı saldırgan hale gelmesi olgusundan köken alır, ama paradoksal olarak Robert’in ona ihtiyacı da vardır. Aslında, Rosine Lefort onunla birlikte olan “kalıcı” kişidir.
Robert onu “açlıktan ölen anne” ve daha sonra da “kötü anne” konumuna getirerek ona acı çektirir. Birkaç seans sonra, ona kirli bir su içirmeye çalıştıktan ve üzerine işedikten sonra, onun kollarına girdiği ve teselli ettiği bir sahne gelir. Rosine Lefort bunu kendisinin “kurt” yerine konulması olarak görür ve bu sahneden sonra Robert’in hastane içindeki davranışları tamamen değişir.
Bu andan sonra Robert, Kurt! diye bağırmaz ama adını söyledikten sonra kendini suyla bir tür vaftiz eder: “Bu sahnelerin ilkinde Robert önümde çıplaktı, suyu ellerine aldı ve ellerini birleştirdi, omuzlarının üzerine doğru kaldırdı ve başından aşağı bedenine döktü, bunu birkaç kez tekrar etti, sonra bana dönüp, nazikçe Robert, Robert dedi.”
Başka bir vaftiz sahnesi daha olur ama bu sefer sütle. Bu sahnede Robert penisine süt dökmenin keyfine varacak ve Rosine Lefort’a bunu gösterecektir, Rosine Lefort buna “zevkle bakmak” der. Öyleyse şunu söyleyebiliriz: bu iki olay açıkça ötekinin muhatap alındığını göstermektedir.
Takip eden evrelerde, Robert “oral yapısını” geliştirir. Rosine Lefort, içinde geçmişin “fallik kastre-edici” annesinin yerine geçebileceği bir anne-çocuk simbiyozundan bahseder. Robert ilk kez, Rosine Lefort’un kollarında biberondan süt içmeyi kabul eder, ama biberonu kendisi tutması şartıyla ve sonra, başka bir zaman, ona içirmesini kabul eder.
Robert ve analisti arasında, sadece arzuyu ötekiyle paylaşmayla ilgili değil aynı zamanda ötekine hediye vermekle ilgili (kakasını Rosine Lefort’a verir) üçüncü bir “farklılaşma” anı daha olacaktır, bu aynı zamanda kişinin kendini adlandırarak ötekinden farklılaşma arzusudur. Hatta Robert bir üçüncüyü, bir öteki cinsiyeti, Rosine Lefort’un gördüğü kızları ondan alma biçiminde bir farklılaşmayı gündeme getirir: “Öncelikle kendisini benimle paylaşarak benden farklılaşmayı denedi. Dediğim gibi benim Robert olmadığımı hissederek bana yemek verdi. Kendisinden ayrılmasına, farklılaşmasına yardım etmek için yorumlarımda bunu çok kullandım. Durum sadece benimle onun arasında olmaktan çıktı ve tedavi ettiğim diğer küçük kızları odaya getirdi.”
Rosine Lefort’un taşıyan (container) ve taşınan (content) üzerine yaptığı yorumların izinden gidersek, bu hediye, bu paylaşım Rosine Lefort’a göre, Robert’in bedeninin artık yıkıcı olmadığına tanıklık etmektedir. Robert saldırganlığını (ayakta işeyerek) dışa vurabilir ve bunu yapmak için taşıyıcının (yani bedeninin) varlığını ve bütünlüğünü sorgulaması gerekmez. Robert’in kendisini kendi bedeninin ürünlerinden yıkılıp çökmeden ayırabildiğini söyleyebiliriz.
Öncelikle otizm ve çocukluk çağı psikozunun klasik bir klinik öğesini belirtmek gerekiyor, bu basit bir gözlemden ortaya çıkmıştır. “Tedavinin başında belirtildiği üzere, Robert hiç gülmediği gibi ağlamayı da bilmiyordu.” Zaten bir çocuk için afekte doğmanın gerekli olabileceğiyle ilgili bazı bilgiler olduğunu düşünüyoruz. Öte yandan, seansların bu ayrıntılı ve kusursuz yazıya geçirilişi, bu çocuğun ilk gözyaşlarının hangi bağlamda ortaya çıktığını kesin olarak ortaya koyuyor.
Seanslar Robert’in hayatının çeşitli alanlarında net birtakım etkiler yaratmıştır. Rosine Lefort tanısal klinik değerlendirme çerçevesinde şu bilgileri verir: Gessel gelişim testinde aldığı puan 43’ten 80’e çıkar ve Terman-Mill testiyle IQ’su 75 ölçülür. Motor bozukluklar ortadan kalkar. Robert diğer çocuklara karşı dostane bir tutum takınır ve hatta daha küçük olanları korumasına alır. Bu nedenle Rosine Lefort onu grup aktivitelerine dahil eder. Bununla birlikte, dili gelişmemiş olarak kalır çünkü sadece temel kelimeleri kullanmaktadır.
Bu değişikliklerden sonra, Robert kazandıklarını korur, bu klinik kazanımlar kalıcıdır. Buna hemen bir örnek verirsek: Rosine Lefort iki aylığına hastaneden uzaklaşır ve geri döndüğünde Robert ona bu yokluğu nesnelerle (kendi bedeninin ürünleriyle) ikame edebileceğini kanıtlar. Geri döndüğünde, çocuk onları atabilir ve önlüğünü çıkarabilir, yani bir şeylerden ayrılabilir durumdadır. Bu boşaltma orada kalmaz ertesi gün de kusma ve ishal biçimini alarak devam eder. Rosine Lefort’a göre, bu psikosomatik tepki Robert’i “geçmişteki imgesi”nden ayırır ve onun yeni bir özne olarak doğmasına olanak verir.
Vaka sunumunu Robert’in gerçek’le ilişkisine ait iki olayı tanımlayarak bitirir. İlki çocuğun kendi bedeniyle olan yıkıcı ilişkisinin ve bu “öz-yıkım”dan nasıl uzaklaşmayı başardığının olası bir açıklamasına gönderme yapmaktadır. “Robert biberonu içer, biberonun memesini kulağına koyar ve sonra büyük bir öfkeyle biberonu kırar… bunu kendi bedeninin bütünlüğüne bir zarar gelmeden yapabildi.”
Rosine Lefort bu olayı Robert 5 aylıkken anestezisiz biçimde yapılan mide ameliyatıyla ilişkilendirir; bu müdahale boyunca ağzına şekerli suyla dolu bir biberon tutuşturulmuştur.
Diğer olay ise, kıskançlığın Robert’in canlı bir varlığa olan bağlılığına tanıklık ettiğini gösteriyor. 8 aylık hamile olan Rosine Lefort hastanede yoktur. Bu yokluk sırasında, Robert’i Robert Lefort takip eder. Robert bir çocuğun yaklaşmakta olan yıkımını oynar ve Rosine Lefort geri döndüğünde karnı düzdür, Robert bu çocuğu kendinin öldürdüğünü düşünür. Rosine Lefort yeni doğan küçük kızını Robert’e göstermeye karar verir. Küçük bebeği görünce Robert’in ajitasyonu bir anda geçer ve kıskançlığını ifade edebilir.
Zorla besleme-ayrılık ve kıskançlık, bu iki olayda Robert’in fantazmları onun için gerçekliği oluşturur. Bu gerçeklikten yola çıkarak, Rosine Lefort tedavinin başında Robert için çok küçük bir umudu olduğunu söyleyecektir; başlangıçta hiçbir simgesel işlev, hiçbir imgesel işlev yok gibidir ve o tamamıyla gerçek’in içine batmış durumdadır. İşte tam burası Lacan’ın söylediği tedavi umuduna işaret eder, Lacan umutsuzluğa karşı durur ve cevabı söyler: bu çocuğun “yine de iki kelimesi vardı.”
“Yine de iki kelimesi vardı”. Lacan’ın bu cümlesi Robert’in telaffuz ettiği iki kelimeye, “Madam” ve “Kurt” gönderme yapmaktadır. Rosine Lefort’a göre, bunlar Robert’in kendisinin süperego konumunu işgal ettiği temsillerdir. Ama, Lacan, “kurt”u “kendi çekirdeğine indirgenmiş söz” diye analiz eder. Açıkçası Robert kurttur ama bu kelimeyi söyleyen olarak. Bununla birlikte “kurt” adlandırılabilen bir şeydir. Rosine Lefort bu vakayı sunduğunda, yani 50’lerde, Lacan henüz ana gösteren S1’i ve anlamlandırıcı eklemlendirmeyi, yani S1-S2 ikilisini geliştirmemişti. Ancak, bu kelime, bu gösteren sayesinde Robert’in kendisini inşa edebildiğini ve Öteki ile bir bağlantı yaratabildiğini iddia eder.
1988 yılında yayınlanan “Les structures de la psychose” kitabında, Rosine Lefort Robert’i “Madam” olarak tanımlar. Çünkü “kurt”la aynı şekilde, diğer çocuklar çığlık attıklarında Robert onları susturuyor. Robert yasadır, Robert süperegodan gelen bir söyleme sahiptir, ama gösterene yabancılaşma olmadan. O, Öteki’yle özdeşleşmemiştir. O halde “Madam” göstereni ötekiler tarafından yutulmadan yutmaya izin veren bir bariyer gibi değerlendirilebilir. Bu bir ana gösterendir, S1’dir, ama Öteki’nden ona gelebilecek S2’lerin eksikliği nedeniyle taşlaşmıştır.
Lacan için bu “anlamdan-yoksun yasa” bedene işaret eder. Bu anlamdan-yoksun yasanın bedene uygulandığı Robert’in ilk baştaki durumu onun temel dilini yapılandırır; bu dil, yani, kullandığı kelimeler, gösteren ve jouissance arasındaki ilişkiyi güçlendirir. Rosine Lefort’a göre, bu yasanın evrimi söylem düzeninde gerçekleşir. Bir Öteki’nin ortaya çıkışı jouissance’ın çökelmesine izin verir ve aynı zamanda kendi bedeninden ve ötekilerin bedeninden tahliye edilmesine izin verir; işte Robert’e sosyal alana katılabilme fırsatını veren budur.
Psikanaliz ve aktarım
Robert’in tedavisinde bir evrim olduğunu söyleyebiliriz, bir öncesi ve sonrası vardır. Dolayısıyla bu tedavi bir libido göstereni ya da tanımlanamayan jouissance göstereni üzerinde hakimiyet kurulmasını içerir; tedavinin başındaki, çocuğun sorumluluğunu alamadığı jouissance dayanılmazdır, bu onun varlığını “bir cehenneme” çevirmektedir. Tedaviden sonra, Robert aynı şeyler için “o çocuk çok sevimli” diyecektir.
İlk başta saf, katışıksız bir jouissance vardır, gösteren tarafından işaretlenmemiştir ve sonrasında bu jouissance’a belli bir kastrasyon uygulanır, ki bu öznenin üzerini çizmiştir. Bu üzerini çizme “talebi” Robert’in kendi penisini makasla kesmeye çalıştığı sahnede çok açıktır. Kastrasyonun yapıldığı yere kesinlikle bir çizgi, üzerini çizen bir çizgi getirmek için bir çağrı vardır burada. Gerçek’teki bu kastrasyon, psikanalizi tasdik eden bir durumdur.
Bu dönüşüme katkıda bulunan başka bir önemli öğe analistin varlığı ve devamlılığıdır. Rosine Lefort Robert için nesnelerin değiş tokuşunun bir tanığı haline gelmiştir.
«Une grande marche»
“Harika bir yürüyüş”, bu, Colette Soler’in Robert’in analitik yolculuğunu tanımlamak için kullandığı bir ifade. Soler Robert’in dünyasını şöyle tanımlıyor: “Lazaret’de başladı, bu, uğursuz yankılarıyla birlikte dışlanmayı, ayrımcılığı, söylemden reddedilen bu varlıkların paylaşımını ifade eden bir terimdir. Burada, arafta değiliz, ve Lazaret, Robert oraya vardığında hala bir cehennemdi. Etkileyici bir yerdi, bir korku, ağlama, sümük, çiş ve kaka dünyası, tokatların ve ıslaklığın dünyası. Onu Dante’nin aracılığıyla değil Hieronymus Bosch’un resmettiği gibi hayal edin.” Ne dünya ama!
İşte Rosine ve Robert Lefort bu şartlar altında yaşamış bir çocukla çalışmışlardı ve onun gibi daha niceleriyle. Ama buradaki mesele onlara acımak, bakım alamadıkları, en temel şeylerden mahrum kaldıkları için onlara üzülmek değil, onlardaki özneyle birlikte çalışmaktı, onlardaki ve herkesteki özneyle. Lacancı psikanaliz otistik ya da değil bütün öznelerdeki bu değişme potansiyeline inanmakla ilgili bu yüzden, buna inandıkları için büyük bir yolu yürüdüler. Ama bu noktada gerçekçi de olmak gerekiyor, her değişim gibi bunun da sınırları var, sonuçta mucizeler yaratan peygambervari figürlerden değil çok deneyimli ve meraklı klinisyenlerden bahsediyoruz.
Rosine ve Robert Lefort otizm konusunda çalışan ilk Lacancı psikanalistlerdendi. Lacan’ın psikanalistlere yaptığı, “psikoz karşısında geri çekilmeme” davetine icabet etmişlerdi. Robert Lefort otizm üzerine olan açıklamalarında, psikotik çocuklarla çalışmanın sadece imgeselden değil simgesel ve gerçek’ten de köken alması gerektiğini savunuyordu. Daima psikanalizin öğrettiklerini uygun kurumsal şartlarda psikotik çocuklara da uygulamayı istemişti. 1969 yılında Maud Mannoni ile birlikte Bonneuil-sur-Marne Deneysel Okulu’nu kurmuştu. Rosine Lefort’un klinik çalışmaları bundan etkilenmişti.
Rosine Lefort ise 1950’lerde Jenny Aubry’nin yanında çalışmaya başlar; burada 10 aylıktan 3,5 yaşına kadar değişen aralıkta konuşmayan çocukları görür. Onun bu serviste gördüğü 4 çocuk sonradan Robert Lefort’la birlikte yazacakları kitaplara kaynaklık edecektir. Ki bunlardan biri Robert’tir. Bu kitaplar şunlardır: Ötekinin doğuşu; İki Psikanaliz: Nadia, 13 aylık ve Marie-Françoise, 30 aylık; Psikozun Yapıları: Kurt Çocuk ve Başkan; Maryse küçük bir kız haline geliyor; 26 aylık bir çocuğun psikanalizi ve Otizmin Ayrımı.
Rosine ve Robert Lefort’un teorik açıklamalarında 4 nokta özellikle önemlidir:
1- Yıkıcılık dürtüsüyle ilişki,
2- Otistik için Öteki’nin olmayışı,
3- “Double” meselesi ve gerçekteki ayna,
4- Yapı sorunu.
Marie-Françoise
Şimdi Rosine Lefort’dan vakayı 8 maddede özetleyen bir alıntı yapıyorum:
“Marie-Françoise’ı ilk gördüğümde bana çarpıcı gelen şeyler şunlardı:
1) Boşluğa dalıp giden bakışları vardı. Ölüydüler ve bir duvar izlenimi veriyorlardı.
2) Öteki insanlarla, yetişkin ve çocuklarla temas kurmuyordu. Nesnelere gelince, eliyle kavrama güçlüğü vardı ve onlara işaret parmağıyla dokunamıyordu, ağzının bir ikamesi olarak kullandığı burnuyla da dokunamıyordu.
3) Hiç konuşmuyordu.
4) Hiç yürümüyordu, ama geri doğru hareket ediyordu.
5) Genellikle bütün vücudunu ya da sadece başını ve omuzlarını etkileyen bir sallanma hareketi yapıyordu.
6) Kafasına vurduğu çok şiddetli öfke patlamaları oluyordu ve bu sırada tiz çığlıklar atıyordu.
7) Aynı zamanda geceleri de çığlıklar atıyor ve dişlerini gıcırdatıyordu, salyası akıyordu, gözleri aşağı doğru bakıyordu, ama EEG’si normaldi.
8) Anoreksik olduktan sonra bulimik hale gelmişti.
Otistik çocuklarda bir yıkıcılık dürtüsünün kavramsallaştırılması ilk kez Marie-Françoise vakasının gözlemiyle olmuştur. Bu 30 aylık küçük bir kızdır ve hem kelimenin tam anlamıyla hem de mecazi anlamda vuran bir çocuktur. İlk görüşmelerinde duyulmak için hiç “hareket” etmeyen bu kız çocuğu, Rosine Lefort’la bunu özel bir şekilde yapar: “Bu çocukla ilk karşılaştığımda, bir şeyleri eliyle kavramakta güçlüğü vardı, nesnelere parmağıyla dokunamıyordu ve burnuna da… Yatağının kenarına oturdum, yatağın kenarına ve masaya küçük nesneler koydum… Kalktığını gördüm, hiç yürümemişti, yatağın kenarına yaslandı, bana doğru yaklaştı, elini omzuma koydu ve hayatımda hiç yemediğim kadar okkalı bir tokat attı bana.”
Rosine Lefort’un Marie-Françoise’la ilgili yorumu şudur: dünya ya yıkılmak içindir ya da dünya onu yıkacaktır. Burada dürtünün tersine çevrilmesi söz konusudur, genelde yaptığı gibi kendine zarar vermek yerine dünyaya zarar verir. Bu sahneden -tokattan- sonra kendine zarar verme sonlanır.
Marie Françoise aynı zamanda diğer kişilere ait nesneleri yırtmaya, parçalamaya eğilimlidir, böylece ötekinin içinde bir delik açmak ister Rosine Lefort’a göre. Öteki ona gerçeğin içinde, mutlak, deliksiz olarak görünür; bu nedenle bu küçük öznenin kendisini sorgulayabilmek için yerleşebileceği bir alan yoktur. İşte ötekinin yıkımının (ona vurmanın, ona ait eşyaları, oyuncakları kırıp parçalamanın) anlamı budur: yani, onu eksik hale getirmek ister. Lefort’a göre, bu yıkım/özyıkım otistin dış dünyayla ilişki kurma yoludur, ki bu dünya onun için tamamıyla yabancıdır ve onun varlığını hatırlatan her şey (ses, bakış vb.) katlanılmaz bir intrüzyon tehdididir.
Psikozun Yapıları kitabında bu yıkım dürtüsü “anlamlandırıcı bir çıkmaz” ve “Öteki’nin yokluğu” ile ilişkilendirilir. Lefort’a göre, çocuğun elinde kalan tek gösteren Öteki’nin gerçek yokluğunun gösterenidir. Bu gösteren ölümle ilişkili orijinal işlevine geri çekilir. Eğer çocuk saldırıyorsa, bu Öteki’nin aşırılığında bir nesneyi restore edemediğindendir. Bu gösteren olmadığı için çocuğun kendisi nesne haline gelir ve böylece kendini yıkıp-parçalamaya mahkûm olur, çünkü bu nesneyi destekleyebilecek bir Öteki yoktur:
“Kanayana kadar duymanın bedensel alanı olan kulaklarına vurarak gösterenden korkusunu ve bir nesne gibi sahipsiz oluşunu bir araya getirebiliyordu. Sadece ses değil, bakış ta buna neden olabiliyordu, birinin bakışlarıyla karşılaştığında parmağıyla kendi gözünü oymaya çalışıyordu.”
Otistte, Lefortlar tarafından formüle edilen bir paradoks vardır: “Otist bir çocuk için, konuşmak sadece Öteki’nin, ölümünü değilse bile, yok oluşunu doğrulayacaktır”.
Rosine Lefort Marie Françoise için şu olguya dikkat çeker: o yoktur, dolayısıyla aktarım da yoktur. İmgenin Ötekisi ya da nesnenin taşıyıcısı olan gösterenin Ötekisi yoktur.
Marie Françoise kendisi deliklidir ve kendi bedeninin deliğini kapatmaya çalışır, ama onun için Öteki’nde eksik olan şey tam da bu deliktir. Rosine Lefort bunu küçük kızın diğer insanların bedeniyle ilişkilenmesi üzerinden örnekler: örneğin gözlükleri kırmaya çalışır, diğer insanların ağızlarına kalem koymaya çalışır, saçlarını çeker, vurur vb.
Bu küçük kız için Öteki’nin üzeri çizilmediği için, yani Öteki’nin eksiğinin göstereni (S(A)) olmadığı için Öteki yoktur. Öteki eksik değildir et bu nedenle arzusu yoktur. Nesneye gelince, ses nesnesinin ve bakış nesnesinin eksikliği söz konusudur ve tam tersine oral nesne sınırsızdır (her şeyi ağzına götürür, her şeyi yemeye çalışır).
Hatırladığınız üzere Robert için bir S1, bir ana gösteren vardı: “Kurt”. Ama bu Marie Françoise için yoktur. Robert bu sayede kelimeleri birbirine eklemlemeyi başarabilmişti, ama Marie Françoise bunu yapamaz. Ve Robert kısmen de olsa bir anlamlandırma yapabilmişti. Robert için olmayan ise sözü eklemleyebilmesiydi, ama yine de kendini bu sayede inşa etmeyi başarmıştı. Burada “söz” ile “dil” arasında bir ayrım olduğunu görürüz. İşte Lacan’ın dediği iki ifadenin önemi burada ortaya çıkar: “Yine de onun iki kelimesi vardı” ve “psikanalistler psikoz karşısında geri çekilmemeliler”. İşte Lacan’ın bu sözleri Lacancılar için otizm kliniğine girişin başlangıcıdır. Rosine Lefort gibi, hepimizde bu yolu yürüme ve buradan başlayıp devam etme potansiyeli var. Lacancı klinik özneyi otizmden başlayıp analizini bitirmiş bir nevrotiğe kadar ele alır. Ama bunun için Lacan’a ve psikanalize bir aktarımımızın olması şartıyla!
Teşekkürler beni dinlediğiniz için.
* Bu metin, 18 Şubat 2018 tarihli “Otizm Üzerine” adlı toplantıda sunulmuştur.